27 Mart 2019 Çarşamba

MEME KANSERİNDE RADYOTERAPİYE NE ZAMAN İHTİYAÇ DUYULUR?

Radyoterapi, meme kanseri hastalarında çok farklı durumlarda kullanılabilir.
Olası kanser hücrelerini yok etmek ve böylece nüksetme riskini azaltmak için ameliyatlardan sonra sıklıkla kullanılır. Aynı zamanda beyin metastazları gibi metastazların tedavisinde de kullanılır. Yaşamın son aşamasında, kanser çok ilerlediğinde ve iyileşme ihtimali olmadığında, radyoterapi ağrının hafifletilmesi için kullanılır. Radyoterapi uygulamalarına yepyeni bir uygulama alanı daha ekleniyor, daha yeni, daha hedefli kanser ilaçlarına ‘’güçlendirici’’ maddesi olarak kullanılıyorlar.

KANSER AMELİYATINDAN SONRA RADYOTERAPİ NE ZAMAN GEREKLİ?

Radyoterapi, meme kanseri cerrahisinden sonra nüksetme ve ölüm oranı riskini azaltır. Bu, etkilenen göğsün kısmen veya tamamen çıkarılıp kaldırılmadığına bakılmaksızın her yaştaki hastalar için geçerlidir. Bununla birlikte, faydası kadar riskleri ve yan etkileri de bulunur. Her hasta radyasyon terapisi almak zorunda değildir.

RADYASYON TEDAVİSİNİN RİSKLERİ VE YAN ETKİLERİ

Günümüzde radyoterapi tedavisinin riskleri oldukça düşüktür; Örneğin ameliyat sonrası göğsün ışınlanması,  kemoterapiden daha az risk taşımaktadır.
► Akciğerdeki iltihaplı değişiklikler sadece 100 hastanın birinde radyoterapi sonucu ortaya çıkmaktadır.
► 1990 yılından sonra başlayan çalışmalarda sol göğüs radyasyonuna maruz kalmış hastalarda artmış bir kardiyak ölüm oranı da gösterilmemektedir.
Modern teknikler radyasyon terapisini daha nazik ve daha az etkili hale getirdi. Aşağıda ise meme kanseri hastalarında ortaya çıkabilecek yan etkiler yer alıyor:
Deri tahrişi (kızarıklık, kaşıntı, yanma) yaygındır fakat genellikle yan etkisi hafiftir. Bazı durumlarda, kuru cilt veya ciltte kabarcıklar oluşabilir.Hastalar nazik cilt bakımı (parfüm, alkol içermeyen, PH nötr olan, antialerjik ürünler) ürünleriyle cilt tahrişlerini önleyebilirler.
  • Ciddi cilt tahrişi varsa, yanma ve kaşıntıyı gidermek için steroid içeren kremler öneriliyor. Ayrıca soğutma sargıları / pedleri yardımcı olabilir. Hastalar ayrıca cilde, cilt dostu, yumuşak, cildin hava almasını engellemeyecek ürünler kullanmaya dikkat etmeliler.
  • Radyoterapi sırasında, mide bulantısı ve kusma meydana gelebilir, ancak bu duruma meme radyasyonunda çok nadiren ve kemoterapiden çok daha az ölçüde rastlanır. Gerekirse, hastalara mide bulantısı için ilaç verilebilir.
  • Lenf düğümleri ışınlandığında, göğüs veya kolda bir lenf durması (lenfödem) meydana gelebilir. Eğilmekten ve dar, ”sıkışan” giysilerin giymekten kaçınmak önemlidir. Özel el hareketlerine sahip bir terapistin lenf akışını hafiflettiği lenfatik drenaj uygulaması, doktor tarafından reçete edilebilir.
Radyasyon terapisi yapılması, hastalığın nüksetme riskine, hastanın genel durumuna, yaşam beklentisi vb. gibi konulara bağlıdır. Düsseldorf Alman Radyoloji Bilimi Derneği (DEGRO) Başkanı Prof. Dr. Wilfried Budach’ı açıklıyor: ”Radyoterapiye, birkaç yıl önce olduğundan daha adapteyiz”. ”Sadece tedaviden gerçekten yararlanan hastaları ışınlamak istiyoruz – ilke olarak şu sloganı izliyoruz: Gerektiği kadar, mümkün olduğunca az. Almanya’daki doktorlara göre tedavinin bu bireyselleştirilmesi, yeni ilkelerde de ele alınmaktadır.”

Kaynak : coolkadin.com

BAZI KADINLAR NEDEN ERKEN MENOPOZA GİDİYOR?

Bir kadında görülen adet döngüsünün, 35 yaşından daha erken zaman çerisinde kalıcı olarak kesilmesi durumuna, erken menopoz denir. Şuan ki yaşam koşullarında, halk arasında erken menopozun eskiye göre çok fazla görüldüğü iddia edilse dahi, bu iddia net bir şekilde doğru olarak sayılmaz.Türkiye’de görülen yaklaşık olarak menepoz yaşı 46 dır. 35 yaş ile 50 yaş arasında ki olguları, erken menopoz şeklinde değerlendirmek yanlıştır. Erken menopozun çoğaldığı şeklindeki varsayım, kadınların hamile kalma  yaşlarını mesleki, sosyal ve diğer sebeplerden dolayı, erteleme eğiliminin fazlalaştırılmış olmasından kaynaklanmaktadır.

1.GENETİK BOZUKLUKLAR

FMR1, kalıtsal entellektüel bozukluğun en yaygın şekli olan Frajil X sendromuna neden olan bir gendir; Sendromunuz olmasa bile, yumurtalıklarınızla ilgili problemlere neden olan aynı gen üzerinde bir mutasyona sahip olabilirsiniz. Turner Sendromu (bir kadının sadece bir X kromozomu var) POI ile ilişkili başka bir genetik bozukluktur.

2.SİGARA VEYA DİĞER TOKSİN ÜRÜNLERİ

Tassone, “Bazı toksinler erken yumurtalık yetmezliğine neden olabilir” diyor. “Sigara ve pestisitler gibi şeyler.” Normalde, 50 yaş civarında menopoz yaşına kadar yetecek kadar primordial foliküller (foliküllere dönüşen küçük tohumlar) ile doğarız. Ancak zararlı kimyasallara maruz kalmanın bir kadına neden olduğu düşünülür. daha sonra foliküllerden daha çabuk tükenir.

3.KEMOTERAPİ VEYA RADYASYON

Çevresel toksinlere benzer şekilde, bu kanser tedavileri yumurtalık hücrelerindeki genetik materyale zarar verebilir. Ancak hasar, ilaç tipi ve radyasyon dozu, tedavi sırasındaki yaşınız ve vücudunuzun yaydığı alanı gibi çeşitli faktörlere bağlıdır.

4.ANNENİN MENOPOZ YAŞININ ÖNEMİ

Doğal dönemde meydana gelen menopoz, kesinlikle genetikten etkilenen bir durumdur. Abla, teyze, kız kardeş ve annenin menopoz dönemine girdiği yaş ne kadar ileri ise, bir kadının da o kadar geç yaşta menopoza gireceği rahatlıkla ifade edilir.
Fakat erken menopoz, doğal süreç içerisinden uzak, yani bir hastalık ve tedavi durumu olduğu taktir de, genetiğinde böyle bir durum ile alakası olmayan bir kadın dahi, erken menopoz ile karşı karşıya kalabilmektedir.

5.STRES

Ani stres ya da uzun bir zaman içerisinde stres altında kalan kadınlarda, erken menopoz görülebilir. Aşırı strese altında kalan kadınlarda, hormonal problemler ile adet düzensizlikleri öncelikle görülebilir. İlk zamanlarda geçici bir durum olan stresin uzun bir süre devam etmesi, depresyon ile kaygı bozukluğuna sebep olmak gibi, ciddi psikiyatrik tabloların meydana gelmesi ile, geri dönüşümsüz menopoz gelişerek ilerlemektedir.

Kaynak : coolkadin.com

40’LI YAŞLARDA NASIL BESLENİLMELİ?

Gençliğe elveda orta yaşa merhaba dediğimiz 40’lı yaşlar ile yaşam tarzımızı ve beslenme şeklimizi de değiştirmeliyiz. Bunun için yapmanız gerekenleri ise sizler için derledik. Her yaşın ayrı bir beslenme şekli vardır diyoruz ve başlıyoruz detayları paylaşmaya.
  • Öncelikle kolesterol, kalp-damar hastalıkları, kanser, kemik erimesi ve depresyon gibi rahatsızlıkların gelişmemesi için beslenme düzenine dikkat etmelisiniz.
  • 40’lı yaşlarda birçok kadın menopoz dönemine girer. Bununla birlikte ise hormonlarda değişim başlar.
  • Hormonlardaki bu değişiklikler östrojenin karın çevresinde toplanmaya başlamasına neden olur ve o bölgede yağlanmayı arttırır. Bu nedenle beslenme ve obezite dengesini kurmalısınız. Zira bu dönem vücudun kilo almaya en uygun dönemidir.
  • Vücut bu yaşlarda daha az enerjiye ihtiyaç duyar. Yiyecek tüketimini bu bilinçle dengelemeniz mümkün.
  • Hayatınızı artık eskiye göre daha planlı yaşamalı ve sporu vazgeçilmez aktiviteniz haline getirmelisiniz.
  • Uyku düzeni artık sizin için daha önemli bu yüzden sabah değil akşam uykusunda daha çok önem vermelisiniz.
  • Beden kitle indeksi 30 ve üzerindeyse mutlaka kilo verilmeli.
  • Günlük olarak 3-4 porsiyon süt ve süt ürünleri tüketilmeli.
  • Et ve et türevleri fazla tüketilmemelidir. Haftada 2-3 gün kırmızı et, diğer günler beyaz et ve kuru baklagiller yenilebilir.
  • Günde 4-5 porsiyon taze mevsim sebze ve meyvesi, ekmek olarak tahıllı, tam buğday ve çavdar ekmeği tüketilmelidir.
  • Yağlar ölçülü kullanılmalı, doymamış yağlar tercih edilmelidir.
  • Posalı besinlere ağırlık verilmeli, sebze ve meyveler, kuru baklagiller, yulaf, mercimek, mısır, esmer ekmek gibi lif yönünden zengin gıdalar beslenilmeli böylece bu yaş döneminde artan kabızlık sorunu engellenmiş olur.
  • Şeker ve şekerli besinler ile şerbetli ürünler mümkün olduğunca az yenilmelidir. Çünkü yağlanmaya neden olur.
  • Kan şekerini hızla yükselten karbonhidratların yani tatlı, hamur işleri, pirinç, makarna v.s gibi besinlerin yerine kepekli ve tahıldan zengin besinler tercih edilmelidir.
  • Kemiklerin güçlü kalması için kalsiyum içeren besinler tüketilmeli ve D vitamini desteği alınmalıdır.
  • Magnezyum bol bol tüketilmeli örneğin balkabağı, ayçiçeği, susam, keten tohumu, muz ve yeşil yapraklı sebzeler gibi.
  • Hücrelerinizi yenilemek için kırmızı erik, üzüm, patlıcan ve böğürtlen gibi mor yiyecekler buna yardımcı olur.
  • Leptin hormonu bu dönemde az salgılandığından iştah fazla açılır. Bu nedenle tokluk hissi veren badem, keten tohumu ve susam tüketilmeli.
  • Seratonin ihtiyacını muz ile karşılayabilirsiniz.
  • Ve en önemlisi sigara ve alkolü hayatınızdan çıkarın veya azaltın.
Kaynak : coolkadin.com

ANTİ – AGİNG GIDALARLA BESLENİN YAŞLANMAYI UNUTUN

Anti – aging beslenme şekli kısa sürede cildi gerginleştirip, pürüzsüzleştiriyor.
Yalnız bir ürün ile anti-aging etkisini yakalamak yanlıştır. Cildin vazgeçilmezi olan vitamin, mineralleri doğal yollarla almıyor, eğer ki yeterince su içmiyorsak istediğimiz kadar muhteşem kremler kullanalım iyi sonuç almamız mümkün değildir.
Cildinize değer vermek için asla geç değildir, sadece uygulayacağınız prensipler yıllarca size fayda kazandıracaktır. Teninize ne kadar bakarsanız cildiniz o kadar az zarar görür, 40’lı ve 50’li yaşlarda sağlıklı görünebilir, cildinizi yumuşak ve parlak yaparak yavaş yaşlanarak güzel bir görüntüye sahip olabilirsiniz.
Anti-aging için mümkün olan, en iyi organik yaşlanmayı önleme bilincine sahip olmak için bilmeniz gereken kuralları öğrenmek.
Cildinizin yaşlanma seyrini yavaşlatmak için; iyi bir uyku, düzenli beslenme ve güneş ışınlarından korunarak cildinizi iyi şekilde görünmesini sağlayabilirsiniz.
Cildinizin gençliğini ve güzelliğini korumak için bilinir ve doğal ürünler kullanmaya özen gösterin.
Cildinizin sıkı kalması için en iyi anti-aging vitaminler:
-A vitamini
Tatlı patates, havuç, ıspanak, şalgam, pazı, kabak, marul, lahana, kavun, dolmalık biber, maydanoz, brokoli, kuşkonmaz, biber, domates, fesleğen, papaya, karides, yumurta, Brüksel lahanası, greyfurt (pembe / kırmızı)
-B3 vitamini
Ciltte nemlenmeyi artırır, kızarıklığı azaltır, güneşin zararlı etkilerinden koruma sağlar. B3 vitamini cildin dış koruyucu tabakası olan seramidlerin ve yağ asitlerinin oluşumunu artırdığı saptanmıştır. Kuru ve hassas ciltler için muhteşem bir nem dengesi sağlar.
Dana eti, tavuk, brokoli, mantar, karnabahar, balık, havuç, pirinç, peynir, fıstık, makarna, yumurta, balık, süt, patates, ekmek ve domatestir. Doktorlar 40 çeşit türde B vitamini olduğunu söylemektedir. Bunların hepsi suda erir. Vücutta depolanmaları çok zordur. Bu nedenle B vitaminleri günlük olarak tüketilmelidir.
-Seramidler
Seramitler cildin dördüncü katında bulunan doğal bileşenlerdir hücre aktivitelerini düzenleyerek ciltte nem tutulmasını sağlar. Seramitlerin azalması ciltte iltihaplanma ve kırışıklıklara neden olur.
-E Vitamini
Vücudumuz E vitaminini alamaması, güneşin zararlı ışınlarına karşı korunamamasına ve vücudumuzda bulunan serbest radikallerin hücre yapısına zarar vermesine neden olabilir.
Cildi korur, güneş lekelerini düzeltebilir, kuruluğu önleyerek cildi nemlendirir, antioksidanlarla birlikte kullanıldığında muhteşem sonuçlar alınır.
Ayçekirdeği, badem, ıspanak, pazı, karalahana, toz acı biber,kuşkonmaz, buğday tohumu yağı, fındık yağı, badem yağı, aspir yağı, sarımsak, yerfıstığı, fındık, zeytinyağı, yulaf yağı, soya yağı, fesleğen, kuru kayısı, brokoli, havuç, domates, keten tohumu yağı, Brüksel lahanası.
-Hyaluronik asit
Cildin elastikliğini arttırır, nem kazandırır ve pürüzsüz olmasını sağlar. Hyaluronik asit, vücudumuzun her bölümde ve dokusunda bulunur. Ciltte oluşan iltihap tahriş gibi durumların ortadan kalkmasında etkisi çok büyüktür.
Tavuk, et suyu, kırmızı et, patates, nişasta içeren sebzeler, limon, elma, muz, yeşil biber, portakal, şeftali, armut, soya ürünleri.
-K Vitamini
K vitamini kılcal damar görünümlü ciltlerin bakımında çokça etkili bir vitamindir. Gözlerin altındaki koyu halkaları azalttığı yapılan araştırmalarda kanıtlanmıştır.
Fesleğen, ıspanak, adaçayı, taze soğan, kekik, brokoli, Brüksel lahanası, kara lahana.
-Peptitler
Peptitler, uzun veya kısa zincirli amino asitlerden oluşan proteinlerdir, hücrelere nasıl işlev yapacaklarını yani kolajen tabakasının düştüğünde üretmesi gerektiği sinyali gönderir. Bazı peptitlerin kasları gevşeterek mimik kırışıklıklarını en aza indirgediği söylenir.
Kaynak : coolkadin.com

YAŞLANDIKÇA VAJİNA VE VULVAYA NELER OLUR?

Yaşınız ilerledikçe vajinanıza baktığınızda ne gibi değişiklikler görmelisiniz? Normal ya da anormal olan nedir?Vajinalarımızla – daha doğrusu vulvalarımızla – eskisinden daha fazla ilgileniyoruz. Çünkü yaşımız ilerliyor. Yıllar geçtikçe ya da doğum yaptıktan sonra, birçoğumuz bölgenin değiştiğini görerek şok oluyoruz.
Peki, vajinanıza baktığınızda ne gibi değişiklikler görmeyi beklemeniz gerekiyor? Normal ya da anormal olan nedir?
Her insanın vücut şekli, göz rengi ya da cinsel tercihi nasıl farklıysa, vajina ve vulvada da yaşa bağlı olmaksızın büyük farklılıklar görülüyor.
“Her şey gibi – bölgenin görünüm spektrumu çok geniş” diyor Avustralya Kadın Sağlığı ve Araştırma Merkezi’nden jinekolog Dr Yasmin Tan. İşin içerisine zaman girdiğinde ise belirli değişimler, evrenselleşmeye meyilli oluyor.
Vajina mı, Vulva mı?
Birçoğumuz bölgenin tamamını vajina olarak yanlış şekilde adlandırıyoruz.
Labyanın da dâhil olduğu dış kısımlar aslında vulvadır.
“Vajina, iç kısımdaki borumsu kısımdır.” diyor Dr Tan.
Vajina ve vulva zamanla kalınlıklarını kaybeder ve vulvanın rengi, pembeden daha solgun ya da koyu bir renge dönüşür, diye açıklıyor Dr Tan. Ve üretral giriş, biraz sarkmaya ve biraz etli bir şekilde görünmeye başlayabilir.
“Vücudun her yerinde olduğu gibi, deri incelir ve elastikiyetini kaybetmeye başlar. Ve hafif tombulluk, yerini sarkmalara bırakmaya başlar.”
Ve başımızdaki saçlarda olduğu gibi, vajina çevresindeki kıllar da grileşmeye başlar.
Ergenlikten menopoza
Vajina ve vulva, ergenlikten menopoza kadarki yıllar boyunca hemen hemen aynı kalır – iki önemli olayın dışında: Doğum ve emzirme.
“Dünyaya bir bebek getirmek, vajinal bölge açısından oldukça travmatik olabilir.” diyor Dr Tan.
Yırtıklar ve epizyotomi, dokunun nasıl toparlandığına bağlı olarak, vajinanın ve vulvanın uzun vadede görünümünü ve fonksiyonunu etkileyebilir. Doğum esnasında esneyen vajina, genelde zamanla normal haline dönse de vajinal yapıyı bir arada tutan destekleyici dokular hasar görebilir; bu durum, nihayetinde vajinal duvarların sarkmasına sebep olabilir. Sonuç, idrar ya da dışkı sızıntısı gibi mesane ve bağırsak sorunları olabilir ya da vajinadan parça çıkması görülebilir. Bazen cerrahi müdahale gerekli olabilir. Emzirmenin kendisi problem yaratmaz; ancak ona eşlik eden düşük östrojen seviyesi, vajinanın hamilelikten ve doğumdan sonra normale dönmesini geciktirebilir. Bunun sebebi, östrojenin vajina ve vulvanın kaygan ve elastik kalmasını sağlamaktan sorumlu olan hormon olmasıdır.
Seks: Devam edin
Birçok kadın için menopoz, vajinal bölgede büyük değişimlerin görülmeye başlandığı zamandır. Östrojen seviyesindeki kalıcı düşüş, kuruluğa ve darlığa sebep olabilir – ki bu durum, bazı kadınlar açısından yatak odasında ciddi sorunlar yaratabilir.
Ancak seks, rahatsızlık vermeye başladığında yardımcınız olacak reçeteli ve reçetesiz ilaçlar var, diyor Dr Tan. Devam etmede kesinlikle yardımcılar. Ve görünen o ki vajinayı esneten cinsel ilişki gibi aktiviteler, bölgedeki dokunun fazlasıyla daralmasını ve sıkışmasını önleyerek vajinanın elastikiyetini koruyabilmesine yardımcı oluyor. Dr Tan, ne sıklıkla yapmak gerektiği konusunda kesin bir şey söyleyemiyor; ama “muhtemelen haftada en az bir kez” yapmak gerektiğini düşünüyor.
Sessizlik içerisinde eziyet çekmeyin
İyi haber şu ki; bu kadınların yaklaşık yarısı, bu değişimlerin sonucu olan büyük sorunlar yaşamayacak ve herhangi bir semptomu vajinal nemlendiriciler ya da kayganlaştırıcılar gibi reçetesiz ürünlerle idare edebilecekler. Fakat kadınların yaklaşık %50’si, bu semptomları ciddi rahatsızlıklara sebep olacak seviyede tecrübe ediyor – vulvovajinal atrofi gibi.
“Birçok kadın, sessizlik içerisinde eziyet çekiyor.” diyor Dr Tan.
“İlişkilerini, özgüvenlerini, cinsel hayatlarını etkiliyor. Bu, ele alınması gereken önemli bir nokta.”
Yardım almak, güç değil. Seks sırasında rahatsızlık duyuyor ya da başka semptomlarla uğraşıyorsanız, jinekologunuzla görüşmeniz çok önemli; rahatlamanızı sağlayacak tedaviler mevcut – östrojen tamamlayıcı tedavi ya da vajinal lazer gibi.
Kaynak : coolkadin.com

21 Mart 2019 Perşembe

MASTÜRBASYONUN YARARLARI VE ZARARLARI NELERDİR?

Mastürbasyon nedir?
Mastürbasyon kişilerin tek başlarına yaptığı, bunu yaparken partnerine ihtiyaç duymadığı ve istemli olarak kendi kendilerini uyardıkları eylemler bütünüdür. Mastürbasyon kişinin işlevselliğini olumsuz etkilemiyorsa ve seksüel ilişkisine bir zarar vermiyorsa zararsızdır.
Eğer kişinin partneri varsa ve bu mastürbasyon partnerine olan ilgisini ve arzusunu olumsuz etkiliyorsa bu noktada zararlıdır diyebiliriz.
Şimdi mastürbasyonun hem faydalarından hem de zararlarından bahsetmek istiyorum.
Mastürbasyonun Zararları Nelerdir?
1. Mastürbasyon erken boşalmaya neden olabiliyor.
2. Aşırı mastürbasyon hafızayı zayıflatır ve dikkat bozukluğuna, unutkanlığa neden olur.
3. Mastürbasyonda hayal edilen fanteziler kişinin gerçek hayatındaki ilişkisinde aynı olmadığında kişinin mutsuz olmasına ve ilişkinin bozulmasına sebep olabilir.
4. Sık yapılan mastürbasyonlar kişide aşağılık kompleksi, dalgınlık ve üzüntüye sebep olabilir.
5. Mastürbasyonla boşalmaya alışmış kişiler evliliklerinde de cinsel birliktelik yerine mastürbasyonu tercih edebilirler. Bu durumdan evlilikleri olumsuz etkilenir ve çatışmalar meydana gelir.
Mastürbasyonun Faydaları Nelerdir?
1. Mastürbasyon stres seviyenizi düşürür ve gevşemenizi sağlar.
2. Ağrılarınızı yatıştırır. Özellikle baş ağrılarında ve adet dönemi ağrılarında rahatlama sağladığı ve kramplara, kas gerginliklerine iyi geldiği belirtiliyor.
3. Mastürbasyon pelvik kaslarınızı güçlendiriyor. Bir nevi kegel egzersiziyle aynı görevi görüyor. Hapşırdığınızda ve öksürdüğünüzde idrar kaçırmanızı önlüyor.
4. Kadınlarda enfeksiyonların önlenmesine yardımcı oluyor.
5. Erkeklerde erektil disfonksiyona yardımcı oluyor. Yani kişi penetratif ilişkide daha uzun kalabiliyor.
6. Orgazm sayesinde salgılanan endorfin sayesinde uyku kaliteniz artıyor.
7. Bedeninizi tanımanıza ve nelerden hoşlandığınıza yardımcı oluyor. Bu sayede partnerinizle yaşayacağınız ilişkinin kalitesini arttırıyor.
Kaynak : coolkadin.com

ÂDET DÜZENSİZLİĞİNİN NEDENLERİ

Hormonların düzenli ve dengeli çalışması sonucunda kadınlar her ay düzenli bir şekilde âdet görürler. Bazı sebeplerden dolayı âdet döngüsü düzensizleşebilir. Bu da birtakım sorunlara neden olabilmektedir.
Âdetin ilk görülmeye başladığı zamandan sonraki ilk birkaç yıl düzensizlik görülebilir. Bu oldukça normal bir durumdur. Âdet döngüsünün düzene girebilmesi için hormonların dengelenmesi gerekir. Ondan sonra âdet döngüsü düzene girer. Aynı şekilde âdetin sona ermeye başladığı perimenopoz ve menopoz dönemlerinde de hormonların dengelenmesi gerekir.
Adet düzensizliğinin nedenleri nelerdir?
Stres, âdet düzenini etkileyen bir faktördür. Yeteri kadar beslenmeme, aşırı kilolu veya zayıf olma, gerginlik, sıkıntı ve hastalıklar, âdet düzeninin bozulmasına sebep olabilir.
Doğum kontrol hapları hamile kalmayı engeller. Aynı zamanda âdet düzensizliğine neden olabilirler.
Rahimde oluşan polipler, rahim iç tabakasında rastlanan ve kansere yol açmayan oluşumlardır. Miyom ise rahim duvarına yapışık duran tümördür. Daha çok iyi huylu olarak bulunurlar. Fakat kanamaya ve ağrıya, aynı zamanda âdet düzensizliğine sebep olabilirler.
Endometriozis, âdet kanamaları sırasında rahim içi dokuların kadının tüplerinden geçerek karın boşluğuna yerleşmesi ve burada kalarak gelişimini sürdürmesi durumudur. Genç kadınlarda görülen kronik ağrılı bir hastalıktır. Endometriozis belirtileri arasında âdet düzensizliği de vardır. Aynı zamanda şiddetli kramplara, cinsel ilişki sırasında ağrıya, normalin dışında kanamaya, âdet öncesi ve sonrasında ağrılara neden olabilir.
Kadın üreme sisteminde etkin olan “iltihaplı pelvik” bir çeşit enfeksiyondur. Cinsel ilişki, düşük, doğum ve kürtaj gibi operasyonlardan vajinaya sıçrayıp enfeksiyona neden olabilir. Bu da âdet düzenliğine yol açabilir. Bunun yanı sıra vajinal koku, şiddetli ağrı, bulantı ve ateşe de neden olabilir.
Polikistik over sendromunda yumurtalıklar olması gerekenden fazla erkeklik hormonu üretirler. Bunun sonucunda kistler meydana gelebilir. Kistlerin oluşmasıyla aşırı kıllanma ve âdette düzensizlik görülebilir.
40 yaşının altında olan kadınlarda, yumurtalığın görevlerini tam olarak yerine getirmediği durumlarda prematüre yumurtalık yetmezliği görülür. Âdet kanamaları düzensiz olabilir veya hiç görülmeyebilir. Genetik olarak meydana gelebileceği gibi kemoterapi ve radyoterapi gören kadınlarda da görülebilir.
Tüm bunların yanı sıra âdet düzensizliğine başka sebepler de gösterilebilir. Aşırı egzersiz, tiroid problemleri, karaciğer hastalığı, steroidler, antidepresanlar ve diyabet sorunları âdet düzensizliğine neden olabilir.
Kaynak : coolkadin.com

HAMİLELİK BELİRTİLERİ VE TESTLERİ

Hamilelik belirtileri ve testleri:
  • Regl kanamasının durması
  • Sabah bulantıları ya da günün herhangi bir saatinde sıklaşan bulantı
  • Sık idrara çıkma
  • Göğüslerde sızlama, ağrı ve şişme
  • Sürekli yorgunluk, halsizlik duygusu
  • Normal vajinal akıntıda artış
  • Hormonal değişikliklere bağlı olarak aşırı duygusallaşma
Gebe kaldığınıza ilişkin belirtilerin farkına varır varmaz, durumu en kısa zamanda netleştirmeniz gerekecektir.
Günümüzde kullanılan üç tür gebelik testi bulunmaktadır:
Evde Gebelik Testi
Doğru yol izlendiğinde bu testi uygulamak ve değerlendirmek son derece kolaydır. Bu testler artık çok geliştirilmiş olduğundan muayenehane ya da laborutuvarda yapılan testler kadar doğru sonuç verebilmektedir. Ancak, belirtilere karşın, gebe olmadığınıza ilişkin bir sonuç aldıysanız, testi bir kez daha uygulamakta yarar vardır.
Laboratuvarda İdrar Testi
Evde uygulanan teste benzer biçimde, idrardaki hCG’nin laboratuvarda ölçülmesi yoluyla uygulanır ve sonucu %100’e yakın doğrulukla verir.
Kan Testi
Serumla ya da kanla yapılan gebelik testi daha ayrıntılı bir teknik gerektirir. Herhangi bir laboratuvar ölçüm hatası olmadığı takdirde, sonucu %100 doğrulukla verir.
Kaynak : coolkadin.com

TEHLİKELİ BULAŞICI HASTALIĞA DİKKAT!

Cinsel yolla kolayca bulaşan genital siğillerin vakit geçirmeden tedavi edilmesi gerektiğini vurgulayan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Esra Demir Yüzer, tedavisi güç viral bir hastalık olan genital siğillerin en çok 18-28 yaş arasında görüldüğünü söyledi.
Kadınlarda vajinal bölgede meydana gelen siğillerin tıptaki adı kondilloma akümünata’dır. Genital siğillerin nedenleri, HPV adı verilen virüslerdir. HPV’nin 60’dan fazla tipi vardır. HPV 6 ve 11 tipinin bulaşması siğile neden olur.
Siğiller kanser riski taşımayan lezyonlardır. HPV 16 ve 18 yüksek kanser riski taşıyan tiplerdir. Ayrıca düşük kanser riski taşıyan HPV tipleri de bulunmaktadır. Siğiller genellikle cinsel yolla bulaşabilirler. İyi huylu olmalarına karşın, hızlı yayılmaları ve tedavi sonrası tekrarlamaları nedeniyle özellikle psikolojik yönden kadınları olumsuz olarak etkiler. Son yıllarda ülkemizde özellikle gençler arasında görülme sıklığı artmıştır.
AKTİF SİĞİL VARLIĞINDA BULAŞICILIK DAHA YÜKSEK
Hem kadınlarda hem de erkeklerde görülebilir. Genital bölgede ya da makat etrafında karnabahar görünümündedirler. Bazen tek bir adet çoğunlukla da birden fazla görülürler. Erken dönemde tedavi edilmediğinde hızla çoğalır ve tüm genital bölgeyi kaplayacak şekilde yayılabilirler. Bazıları toplu iğne başı kadardır, bazılarının büyüklüğü ise 4 cm e kadar çıkabilir. Ağrısız ve bazen kaşıntılı olabilen kitleler olarak belirti verirler. Beyaz ya da gri renkte ve üzeri pürtüklü bir yapıdadırlar. Bunlar aslında anormal şekilde oluşumunu tamamlamış et parçalarıdırlar.
HPV enfeksiyonu taşıyan bir kişiyle cinsel ilişkide bulunulduğunda mutlaka o kişinin de HPV enfeksiyonu geçireceği anlamına gelmez. Bulaşıcılıkta kişinin bağışıklık sisteminin de önemi vardır. Genital aktif siğil varlığında bulaşıcılık daha yüksektir.
Siğili olan hastalarda mutlaka HPV virüsünün diğer kanser yapan tiplerinin de bulaşma ihtimaline karşı tetkikler yapılmalıdır. Serviks adı verilen rahim ağzından alınan smear testi ile rahim ağzında anormal hücre değişikliğinin başlayıp başlamadığı araştırılmalıdır. Yine rahim ağzından alınan bir sürüntüden HPV’nin bulaşıp bulaşmadığı, bulaştıysa hangi tipinin bulaştığı saptanabilir. Bu tetkiklerin sonuçlarına göre hastanın takip planı çıkarılır.
GENİTAL SİĞİLLER NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Tedavide hem medikal hem de cerrahi yöntemler kullanabilir. Jinekolog muayenesinden sonra siğilin yaygınlığına göre medikal antiviral tedavi, elektrokoterizasyon, kriyoterapi (dondurma), lazer sistemleri ile tedavi planlanır.
Dondurma işlemi ağrısızdır ve birçok zaman anestezi olmadan uygulanır. Genel olarak gebelik sırasında siğillerin oluşumu ile uygulanırlar. Kimyasal yıkım yönteminde; biklorasetik asit, triklorasetik asit, podofilin ve podofilotoksin gibi asitler kullanılır. Siğillerin tahrip edilmesinde oldukça etkili olan bu asitlerin yardımı ile sorunlu bölgeler tahrip edilir. Ancak bu tedavi sağlıklı ciltte de tahrişe neden olabilir. Hastaların kendi kendine uygulama güçlüğü ve tedavinin uzun süreli olması nedeniyle zor bir yöntemdir.
Elektrokoterizasyon (yakma) siğil tedavisinde sıklıkla kullanılır. Siğillerin hızlı sıklıkla tek seansta ve kanamasız bir şekilde ciltten uzaklaştırılması mümkün olur. Ağrılı bir işlem olduğundan lokal veya genel anestezi altında yapılır.
Kriyoterapi (dondurma), siğilleri birden fazla seansta uygulanarak yapılan anestezi gerektirmeyen bir işlemdir. Lazer koterizasyon ile siğiller tek seansta çıkarılabilir. Nadiren siğilin yaygınlığına göre anestezi uygulanabilir.
AŞISI OLAN BİR VİRÜS
HPV aşısı olan bir virüstür. İki tip aşı vardır. Bir aşıda sadece HPV 16-18 e karşı koruyuculuk vardır. Diğer aşıda HPV 6, 11, 16, 18 e karşı koruyuculuk vardır. HPV aşısı vücutta var olan virüsü veya siğili yok etmez. Aşı ileri dönemlerde vücuda girebilecek bu dört tipe karşı koruyuculuk sağlanması amacıyla yapılmaktadır.
HPV aşısının mümkünse cinsel aktivite başlamadan 11-12 yaşındaki kız ve erkek çocuklara yapılması önerilmektedir. Ancak cinsel aktivite olsa da HPV testi yaptırılmasına gerek olmadan aşı yapılabilir. Aşının halen 9-43 yaş arası kadınlarda etkinliğinin olduğu saptanmıştır. İkili aşı 0-1-6, dörtlü aşı 0-2-6 olmak üzere üç doz yapılmaktadır. Şu andaki bilgiler aşının rapele ihtiyacı olmadığı yönündedir. Bu aşılar canlı veya ölü virüs bulundurmadığından yapıldığında HPV enfeksiyonu, HPV’ye bağlı kansere neden olmazlar.
Genital siğili olan hastalarda siğili yok edici tedavinin yanında bağışıklık sistemini güçlendirecek ilaç ve vitamin desteği de verilmesi siğilin tekrarlama şansını da düşürecektir.
Sonuç olarak genital siğiller görüldüğünde hızlı yayılma potansiyeli düşünülerek tedavisinin hemen planlanması gereklidir. Bu arada partner de mutlaka ayrıntılı bir muayeneden geçmelidir.
Kaynak : coolkadin.com

MEME KANSERİNDE RADYOTERAPİYE NE ZAMAN İHTİYAÇ DUYULUR?

Radyoterapi, meme kanseri hastalarında çok farklı durumlarda kullanılabilir.
Olası kanser hücrelerini yok etmek ve böylece nüksetme riskini azaltmak için ameliyatlardan sonra sıklıkla kullanılır. Aynı zamanda beyin metastazları gibi metastazların tedavisinde de kullanılır. Yaşamın son aşamasında, kanser çok ilerlediğinde ve iyileşme ihtimali olmadığında, radyoterapi ağrının hafifletilmesi için kullanılır. Radyoterapi uygulamalarına yepyeni bir uygulama alanı daha ekleniyor, daha yeni, daha hedefli kanser ilaçlarına ‘’güçlendirici’’ maddesi olarak kullanılıyorlar.

KANSER AMELİYATINDAN SONRA RADYOTERAPİ NE ZAMAN GEREKLİ?

Radyoterapi, meme kanseri cerrahisinden sonra nüksetme ve ölüm oranı riskini azaltır. Bu, etkilenen göğsün kısmen veya tamamen çıkarılıp kaldırılmadığına bakılmaksızın her yaştaki hastalar için geçerlidir. Bununla birlikte, faydası kadar riskleri ve yan etkileri de bulunur. Her hasta radyasyon terapisi almak zorunda değildir.

RADYASYON TEDAVİSİNİN RİSKLERİ VE YAN ETKİLERİ

Günümüzde radyoterapi tedavisinin riskleri oldukça düşüktür; Örneğin ameliyat sonrası göğsün ışınlanması,  kemoterapiden daha az risk taşımaktadır.
► Akciğerdeki iltihaplı değişiklikler sadece 100 hastanın birinde radyoterapi sonucu ortaya çıkmaktadır.
► 1990 yılından sonra başlayan çalışmalarda sol göğüs radyasyonuna maruz kalmış hastalarda artmış bir kardiyak ölüm oranı da gösterilmemektedir.
Modern teknikler radyasyon terapisini daha nazik ve daha az etkili hale getirdi. Aşağıda ise meme kanseri hastalarında ortaya çıkabilecek yan etkiler yer alıyor:
Deri tahrişi (kızarıklık, kaşıntı, yanma) yaygındır fakat genellikle yan etkisi hafiftir. Bazı durumlarda, kuru cilt veya ciltte kabarcıklar oluşabilir.Hastalar nazik cilt bakımı (parfüm, alkol içermeyen, PH nötr olan, antialerjik ürünler) ürünleriyle cilt tahrişlerini önleyebilirler.
  • Ciddi cilt tahrişi varsa, yanma ve kaşıntıyı gidermek için steroid içeren kremler öneriliyor. Ayrıca soğutma sargıları / pedleri yardımcı olabilir. Hastalar ayrıca cilde, cilt dostu, yumuşak, cildin hava almasını engellemeyecek ürünler kullanmaya dikkat etmeliler.
  • Radyoterapi sırasında, mide bulantısı ve kusma meydana gelebilir, ancak bu duruma meme radyasyonunda çok nadiren ve kemoterapiden çok daha az ölçüde rastlanır. Gerekirse, hastalara mide bulantısı için ilaç verilebilir.
  • Lenf düğümleri ışınlandığında, göğüs veya kolda bir lenf durması (lenfödem) meydana gelebilir. Eğilmekten ve dar, ”sıkışan” giysilerin giymekten kaçınmak önemlidir. Özel el hareketlerine sahip bir terapistin lenf akışını hafiflettiği lenfatik drenaj uygulaması, doktor tarafından reçete edilebilir.
Radyasyon terapisi yapılması, hastalığın nüksetme riskine, hastanın genel durumuna, yaşam beklentisi vb. gibi konulara bağlıdır. Düsseldorf Alman Radyoloji Bilimi Derneği (DEGRO) Başkanı Prof. Dr. Wilfried Budach’ı açıklıyor: ”Radyoterapiye, birkaç yıl önce olduğundan daha adapteyiz”. ”Sadece tedaviden gerçekten yararlanan hastaları ışınlamak istiyoruz – ilke olarak şu sloganı izliyoruz: Gerektiği kadar, mümkün olduğunca az. Almanya’daki doktorlara göre tedavinin bu bireyselleştirilmesi, yeni ilkelerde de ele alınmaktadır.”
Kaynak : coolkadin.com

İDRAR YOLU ENFEKSİYONUNUN NEDENLERİ

Özellikle bahar aylarında artış gösteren idrar yolu enfeksiyonu çoğu zaman can yakıcıdır ve en kısa tedavi şekli ise doktorunuzun yazdığı antibiyotik içerikli iğnelerdir.
Çoğu zaman bu durum çocuklarda da görülür, hatta bebeklerde bile görülür. Bu gibi bir sorunla karşılaşıldığında ise bir uzmandan yardım almalısınız. Peki enfeksiyona bağlı görülen ve en çok kadınların başına gelen bu hastalık neden olur?
-Artan cinsel aktivite
-Kötü hijyen
-Gebelik
-Stres
-Alkol
-İdrar yollarında tıkanıklıklar
-Spermisit içeren kontraseptiflerin kullanımıdır.
Vücut direncini azaltan bir hastalıktır ve sık idrara çıkma nedenidir. Evde çözüm için ise yapmanız gereken bol bol antibiyotik etkisi içeren besinler tüketmeniz, sağlıksız gıdalardan uzak durmanız ve C vitamini alımına özen göstermelisiniz. Ayaklarınızı sıcak tutmalı ve oturduğunuz yerlerin sıcak olmasına dikkat etmelisiniz. Ayrıca en önemli ve dikkat edilmesi gereken bir diğer detay ise bol bol su içmeniz gerektiğidir. Böylece her idrar yapışınızda bakteriler hızla dışarıya atılır.
Kaynak : coolkadin.com

13 Mart 2019 Çarşamba

SİZ NE YER NE İÇERSENİZ CİLT ONU YANSITIR

“Işıldayan, pürüzsüz bir cilde sahip olmak istiyorsanız ihtiyacınız kadar su tüketmelisiniz. Su ihtiyacı cinsiyetinize, fiziksel aktivitenize göre değişmektedir. Yeterli miktarda su tüketimi cildinizin nem oranının ayarlanmasında etkilidir. Az su tüketenler nemsiz, pul pul bir cilde sahip olurken yeterli miktarda su tüketenler ışıl ışıl, canlı bir cilde sahip oluyorlar”

OMEGA-3’ TEN ZENGİN BESİNLER SİVİLCİLERİ YOK EDER 
Aksoylu, Omega-3’ün cildi pürüzsüz ve parlak görünmesini sağladığını, nemlendirdiğini ve kurumasını engellediğini belirterek, “Sivilceleri azaltır hatta yok eder. Omega-3 bağışıklık sistemini destekler. İltihap oluşumunu önler ve yaşlanmayı geciktirir. Ceviz, somon, sardalya, uskumru, chia tohumu, keten tohumu, semizotu, avokado omega-3’ ten zengin besinler arasındadır. Sedef hastalığı, ciltteki lekeler, selülit tedavisinde omega-3 takviyesi önerilmektedir” ifadelerini kullandı.

VİTAMİNLER GENÇLEŞTİRİR, YAŞLANMAYI GECİKTİRİR 
“Antioksidanlar bizi hastalıklardan korur ve yaşlanmayı geciktirir. Cilt için en önemli vitaminler A, B3, C ve E vitaminleridir. Patates, havuç, ıspanak, tereyağı ve balık yağı A vitamininden zengin besinlerdir. Yaşlanmayı geciktirir, derinizin pullanmasını önler, cilde elastikiyet kazandırır, güneş lekelerini yok eder. Mısır ekmeği, ton balığı, palamut, baklagiller, hindi eti B3 vitamininden zengindir. Sivilcelerin tedavisinde oldukça önemlidir. Akneye yol açan aşırı yağ yapımını engeller. Cildi güçlendirir, kızarıklıkları azaltır. C vitamini cildin anahtarıdır. Kolajen sentezlenmesine yardımcıdır, herhangi bir hasarda cildin hemen yenilenmesini sağlar, dokulara esneklik verir. Turunçgiller, kivi, çilek, maydanoz, yeşil biber en önemli kaynaklardır. Cildinizi onarmak istiyorsanız E vitamininden zengin beslenin. En yararlı yağ asitlerinin üretilmesini sağlar. Hücreleri onarır ve nemlendirir. Ciltteki çatlaklarda oldukça etkilidir. Badem, fındık, zeytinyağı, zeytin E vitamini kaynaklarıdır”

AZI KARAR ÇOĞU ZARAR, FAZLA KAFEİN CİLDİ YORAR 
Aşırı tüketilen kafein cildi kurutuyor, kırıştırıyor ve cansızlaştırıyor. Buna ek olarak diüretik olduğu için su kaybına neden oluyor, az su içenlerde riskleri daha da artıyor.

SİVİLCE PROBLEMİ OLANLAR DÜŞÜK GLİSEMİK İNDEKSLİ BESLENMELİ 
Glisemik indeks bir gıdanın veya karbonhidratın kan şekerini yükseltme özelliği olduğunu söyleyen Aksoylu, “Sürekli glisemik indeksi yüksek beslenmek, insülin hormonunun yükselişine ve vücutta iltihap reaksiyonlarının artmasına neden olur. Özellikle ergenlik dönemini sivilcesiz atlatmak istiyorsanız ticari şeker içeren ve glisemik indeksi yüksek besinleri tüketirken dikkatli olunuz” uyarısında bulundu.

STRES VE SAĞLIKSIZ BAĞIRSAK CİLT PROBLEMLERİNİ TETİKLER 
“Sürekli strese maruz kalan kişilerde bağırsak problemleri meydana gelmektedir. Probiyotik takviyeleri ve kefir, ev yapımı turşu gibi besinleri tüketmek bağırsakları düzenleyici etkiye sahiptir. Her gün içilen 200 ml kefir bağırsaklarınızı düzenler, hücrelerin yaşlanmasını geciktirir

OMURGA ÇÖKME KIRIĞI KABUSUNUZ OLMASIN

Omurga, omuriliğin içinde korunduğu vücudun temel kemik yapısıdır. Kemik erimesinin etkisiyle, ağır veya hafif travmalar sonrasında, omurga metastaz tümörleri nedeniyle veya omurga kemiklerinde kırılmalar meydana gelebilir. 

”Bel omurlarının çökmesi ile oluşan kırıklar daha çok yaşlı hastalarda ve menopoz sonrası kadınlarda görülmektedir. Çökme kırıkları şiddetli ağrılar şeklinde açığa çıkabilmektedir. Eğer tedavi edilmezse hastayı yatağa bağımlı bir hale getirebilir” dedi.

TEDAVİ EDİLMEZSE KAMBURLUĞA NEDEN OLUYOR 
“Kemik erimesi(osteoporoz),ağır veya hafif travmalar sonucunda, ya da kanserin omurgaya sıçraması (metastaz) neticesinde görülebilmektedir. Bununla beraber omurilikten çıkan sinirlerde herhangi bir hasar oluşmuşsa durum daha da ciddi olabilmektedir. Bu kırıklar, zamanla kemikte yükseklik kaybına yol açarak omurganın ve sonrasında hastanın duruşunu bozabilir. ‘Kifoz’ olarak adlandırdığımız kamburluk durumuna yol açabilmektedir. Kemik yapısının zayıflaması sonucunda, kemik kırılganlığı artmaktadır. Kemiklerde kırılgan hassasiyet oluşumuna, osteoporoz adı verilmektedir. Osteoporozun bir sonucu olarak kırık ortaya çıktığı zaman, genellikle sırt (torasik) ya da bel bölgesindeki omurgaları etkilemektedir. Çökme kırığı, osteoporoza bağlı olarak görülebilen bir hastalıktır. Tedavi edilmezse hasta, 6 ay ve 1 sene arasında, bazen de ömür boyu yatağa bağlı kalabilmektedir. Menopoz sonrasında kemik erimesinin görüldüğü kadınlarda daha sık rastlamaktayız” şeklinde konuştu.

BEL AĞRILARINIZI DİKKATE ALIN 
Omurga çökme kırıklarında en belirgin bulgunun, çökmenin görüldüğü bel kısmında ağrı duyulması olduğunu belirten Erdem, “Çökme kırığı; osteoporoz, omurgaya kuvvetli baskı veya kanser olması gibi edenlerden kaynaklanmış olabilir. Çökme kırığının oluştuğu bölgede şiddetli ağrıların yanı sıra omurganın öne eğrilmesi, ayağa kalkma veya yürüme ile kötüleşen ağrı, nefes almada güçlük belirtileri verebilmektedir. Çökme kırığı tanısı hekim muayenesinin ardından röntgen, tomografi veya MR gerekebilir. Çökmenin kanser şüphesi nedeniyle olduğu düşünülüyorsa ilaçlı görüntüleme tetkikleri ve kemik biyopsisi uygulamalarına başvurulmaktadır” dedi.

AĞRILARINIZ KISA SÜREDE GEÇEBİLİR 
“Çökme kırıklarında çimentolama (vertebroplasti) işlemi oldukça başarılıdır ve konservatif tedavi sadece vertebroplastiye uygun olmayan hastalarda düşünülmelidir. Konservatif tedavi ancak 6-12 ay sonrasında kırık kaynarsa geçebilmektedir ancak bu süre içerisinde kırığın ilerleleme riski çok yüksektir ve kalıcı kamburluğa ve daha başka omurga hastalıklarına da ön ayak olmaktadır. Çimentolama işlemi basit ve komplikasyon riski çok düşük olduğundan konservatif tedaviyi tavsiye etmiyorum” dedi. ‘Minimal İnzivaziv’ cerrahisi olarak adlandırılan vertebroplasti (çimentolama) yönteminde hastanın uyutulmasına gerek kalmadığını belirten“Özel görüntüleme cihazlarıyla çökme kırığının bulunduğu bölgeye iğnelerle girilerek medikal çimento olarak adlandırdığımız dolgu maddesi konulmaktadır. Bu sayede kırılan kemik stabilize edilir. Müdahale sonucunda, omurgadaki ağrı kaybolur ve hastanın yaşam kalitesi geri kazandırılmış olur” şeklinde konuştu.

KADINLARDA DİZ KİREÇLENMESİ DAHA SIK GÖRÜLÜYOR

Ortalama yaşam süresinin uzamasıyla birlikte eklemlerde kireçlenme görülme ihtimali de artıyor. 65 yaş üzeri bireylerin yüzde 80’ inden fazlasında eklemlerde kireçlenme görülüyor. 

Yaş ilerlemesi ile ortaya çıkabilen eklem kireçlenmesi özellikle 65 yaş üzeri bireylerin yüzde 80’ inden fazlasında görülüyor. Bunların da yaklaşık dörtte biri problem yaratarak hastalarda şikayetlere yol açıyor. “Kireçlenme ihtimalini arttıran en önemli neden yaş olmakla birlikte bunun yanında ispatlanmış birçok neden vardır”

“Bunlar cinsiyet, obezite, kalıtım, eklem ile ilgili sorunlar, burkulma ve zorlamalardır. Spor yapmayan, bedenini hor kullanan, fazla merdiven çıkan, ev işleriyle fazla uğraşan, aşırı kilo alan kadınlarda daha sık görülüyor" diye konuştu. Hareketle artan ve istirahatle azalan ağrı olduğunda ilk aklımıza kireçlenme gelmelidir. Bununla birlikte dizimizden de sürtünme sesi geliyorsa ve bu ses sırasında da ağrı ortaya çıkıyorsa en kısa zamanda uzman doktor muayenesi yapılmalıdır. Kireçlenme olan bir dizde uzun istirahat sonrası veya sabah uyanınca kısa süreli eklem tutukluğu da görülebilmektedir. İlk başlarda ağrı hareketle ortaya çıkarken, kireçlenme ilerledikçe istirahat sırasında da ağrı olmaya başlamaktadır”

DİZİ ZORLAYICI HAREKET VE SPORLARDAN KAÇINILMALI 
“Ön planda kireçlenme düşünülmesi durumunda, hasta ayakta-basarak çekilen bir röntgen ile hem kireçlenmenin tanısı hem de derecesi belirlenebilir. Erken dönem kireçlenmelerde ve benzer şikayetlerle seyreden hastalıkları dışlamak için bazen ileri tetkik olarak MR da gerekebilir. Günümüzde tedavi seçeneklerinin tamamı ağrıyı azaltıp fonksiyonu arttırmaya yöneliktir. Halihazırda kireçlenmeyi tamamen geçirecek bir tedavi yöntemi maalesef bulunmamaktadır. Tedavide adım adım ilerlenmeli ve sabırlı olmak gerekmektedir. Öncelikle kireçlenmeyi başlatan ve arttıran nedenler ortadan kaldırılmalıdır. Eklemde anatomik bozukluk varsa giderilmeli, aşırı kilolardan kurtulmalı, dizi zorlayıcı hareket ve sporlardan kaçınmalıdır.”

FİZİK TEDAVİ UYGULAMALARI ÇÖZÜM OLABİLİR 
Bu önlemlerle yeterli rahatlama olmazsa ağrıyı azaltacak ilaç tedavilerine ve diz çevresi kasları kuvvetlendirmek için fizik tedavi uygulamalarına başvurulduğu“Bu yöntemlerle yeterli rahatlama olmayan hastalarda girişimsel yöntemlere başvurulur. Bu aşamada ilki diz içi iğne, ikincisi artroskopisidir. Diz içine yapılan iğnelerde farklı seçenekler bulunmakla birlikte hangisinin yapılacağına kireçlenmenin derecesine göre karar vermekteyiz. Artroskopi yöntemi ile diz içindeki yıpranmış ve ağrıya neden olan dokular temizlenir ve sertleşip hareket kısıtlılığı yapan yapılar gevşetilir. Bu sayılan yöntemlerin hiçbiri ile rahatlama olmazsa diz kireçlenmesinin nihai tedavisi protez ameliyatıdır” ifadelerini kullandı.

DÜZENLİ EGZERSİZ TANSİYONU DENGELİYOR

Düzenli olarak egzersiz yapmak vücut sağlığı açısından önem taşıyor. Uzmanlar sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrı egzersiz yapmayı alışkanlık haline getirmek olduğunu belirtiyor. 

“Düzenli egzersiz yapan bireylerin kalbindeki en önemli özellik, sol karıncık egzersiz yapmayanlara göre daha büyük olmasıdır. Sol karıncığın kasılmasıyla birlikte kan, damarlar yoluyla ilgili dokulara gönderilmektedir. Bu karıncık, bir kasılmada ne kadar çok kan pompalarsa vücuttaki oksijen, besin öğeleri, biyokimyasal diğer bileşiklerin organizma ve dokulara ulaşması o kadar kolay ve ekonomik olacaktır. Bu da kanın akımını hızlandırarak tansiyonu dengelemektedir.

HAREKETSİZ KALMAK KALBİ VE ORGANLARI ETKİLİYOR 
Kalbin otonom sinir sistemi ile çalıştığını belirten Öğretim Gör. Mutlu Ural, “Otonom sinir sistemi, düz kasların çalışmasından sorumludur. Aynı zamanda iç organların çalışmasını kontrol eden ritmik bir sistemdir. Bu sistem duygulara bağlı olarak çalışır ve değişiklik gösterir. Üzülme, gülme, stresli olma gibi durumlar bu sistemi etkilemektedir. Uzun süre hareketsiz kalındığında sinir sisteminin etkisi yavaşlıyor bu da kalbi ve organları hızlandırarak metabolik süreci etkiliyor. Özellikle kalp aynı kan miktarıyla 2 kasılmayı 5’e çıkardığında damarlar bu duruma tepki vermekte ve ortaya tansiyon çıkmaktadır” diye konuştu.

FİTNESS SALONLARINA GİTMEDEN ÖNCE SAĞLIK RAPORU ALINMALI 
Egzersize başlamadan önce temel olarak kalp dolaşım sistemi ve solunum sisteminin dikkate alınması gerektiğini ifade eden Öğretim Gör. Ural, “Aslında bu iki sistem spor ve egzersizin alt yapısını oluşturmaktadır. Bu sebeple her spor tesisi, bireyleri sağlık raporunun alınması ve sağlık taramasından geçilmesi konusunda uyarmalı; hatta bununla ilgili imzalı belgeler istemeli. Kurumların bununla ilgili ilk 25 birim antrenman (2 ay) dolaşım ve solunum sistemi kontrol altında tutularak egzersiz uygulatılmalıdır. Salonlardaki yürüme bantlarında nabız ölçer ve respiratuar (solunum sistemi) sisteme yönelik cihazlar (siprometre ve gaz analizatörü) bulunmalıdır. Ayrıca tansiyon ölçer analog ya da dijital steleskop ve kullanmasını bilen uzman olmalıdır”

MS HASTALARINA 'TUZ TÜKETİMİ' UYARISI

Bu hastalığa karşı kişiler, sigarayı bırakmalı, fazla tuz tüketiminden kaçınıp D vitamini eksikliklerini tamamlamalılar"

Multipl Skleroz'da (MS) fazla tuz kullanımının da etkili olabileceğini belirterek, "Tuz, MS'i tetikliyor olabilir. Yapılan hayvan deneyleri yüksek tuz alımının MS'i tetiklediğini düşündürtüyor. dünyada yaklaşık 2.5 milyon MS hastası bulunduğuna işaret ederek, "MS, kronik bir hastalıktır. Bir bölümü ataklarla seyrederken, bir bölümü baştan ve sonradan ilerleyici olarak seyredebilir. Bu hastalık sıklıkla genç erişkinlerde ortaya çıkar. Öne çıkan belirtileri ise kollarda ve bacaklarda güçsüzlük, duyusal belirtiler, alerji, mesane problemleri, yorgunluk, dizanteri, epileptik nöbetler, hareket bozukluğu, kognitif bozukluklar" ifadelerini kullandı.

SİGARA KULLANIMI VE D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNİN ETKİSİ KANITLANDI 
Risk faktörlerine değinen Uzm. Dr. Songül Turğut, hastalıkta başta genetik olmak üzere bağışıklık sistemi faktörleri ile çevresel faktörlerin etkili olduğunu belirtti. MS'in ekvatordan uzaklaştıkça güneş ışınları ve D vitamini düzeyiyle bağlantılı olarak artış gösterdiğine de dikkat çeken Turğut, "D vitamini düşüklüğünün MS riskini 2 kat artırdığı artık biliniyor. Sigara da içindeki takviye maddelerin bağışıklık sistemini tetiklemesiyle riski 2 kat yükseltiyor. Tuz kullanımı da MS 'i tetikliyor olabilir. Son yıllarda yapılan hayvan deneyleri, yüksek tuz alımının MS'i tetiklediğini düşündürtüyor"

TEDAVİ İLE İLERLEMESİ ENGELLENİYOR 
"MS'i ortadan kaldıran tedavi bulunmamakla birlikte hastalığın ilerlemesini durduran ya da yavaşlatan ilaçlar mevcut" diyen Turğut, şöyle devam etti: "Bu kapsamda yüksek doz kortizon tedavi ve koruyucu tedaviden bahsedilebilir. Koruyucu tedavilerde birinci basamak tedaviler hastalığın erken döneminde kullanılır. İkinci basamak tedaviler ise, birinci basamak tedaviye rağmen hastalığı kontrol altına alınamayan hastalara veya birinci basamak tedavilerin yan etkileri nedeni ile bunlardan yararlanamayan hastalara verilir. Birinci basamak tedaviler arasında günümüzde oral tabletler mevcut. Son 15 yılda yapılan çalışmalarla yeni ilaçlar da geliştirildi. Bu ikinci basamak tedavilerden yakın zamanda ülkemizde de piyasaya çıkması beklenen ilaçlar bulunuyor."

AŞIRI TÜYLENMENİN NEDENİ YUMURTALIK KİSTLERİ OLABİLİR!

GENETİK Mİ HORMONAL Mİ? 
Erkek bedeninde normal olarak kabul edilen favori, sakal, bıyık, çene altı, göbek çevresi, meme etrafı, bacak iç yüzü, sırt, popo bölgesindeki tüylenmenin kadınlarda görülmesi hirsutizm bulguları arasında yer alıyor. Ancak ön kol ve bacak alt kısım tüylenmeler genetik kabul ediliyor ve fazla olması hirsutizm göstergesi sayılmıyor, her kadında az miktarda var olan erkeklik hormonunun (androjen) artışı ya da bu hormona karşı kıl köklerinin duyarlılığının değişmesinin hirsutizme neden olduğunu belirtiyor.

EN SIK GÖRÜLEN KILLANMA NEDENİ: POLİKİSTİK OVER 
Aşırı tüylenmeye neden olan fazla miktarda androjen hormonu, polikistik yumurtalıklarda veya böbrek üstü bezinde salgılanıyor. Yumurtalıklarda oluşan küçük iyi huylu kistlerle kendini belli eden polikistik over sendromu üreme çağında kadınlarda en sık görülen önemli sorunların başında geliyor. Öyle ki, yumurtlamayı engelleyerek kısırlığa yol açabiliyor, ayrıca hipertansiyon gibi önemli hastalıklara da zemin hazırlıyor. En önemli belirtilerinden biri adet düzensizliği ve aşırı tüylenmedir. Polikistik over sendromu görülen kadınların yüzde 63’ünde kıllanma artışı görülüyor. Erken tanı konulan ve gerekli önlemler alınan polikistik over sendromlu kadınlarda başarılı tedavi oranları oldukça yüksek.

AŞIRI KILLANMANIN DİĞER NEDENLERİ İSE ŞU ŞEKİLDE SIRALANIYOR: 
•Doğuştan gelen adrenal tümörler ve diğer androjen üreten tümörler
•Erkeklik hormonunda artış olmamasına rağmen kıl köklerinin hormonlara karşı aşırı hassasiyet geliştirmesi
•Tiroid bezi hastalıkları, bazı ilaçlar ve kafa içi tümörleri gibi hastalıklar
•Kortizol ve büyüme hormonu fazlalığı; prolaktin hormonunun aşırı salgılanması
•Androjenik ve anabolik steroid içeren hormonların kullanımı Tüylenme artışından şikayetçi olan kadınlarda ayrıntılı fizik muayene yapılması ve hastadan iyi bir hastalık öyküsünün alınması gerektiği ek hastalık mevcudiyeti ve düzenli kullanılan ilaçların da sorgulanması gerektiğinin altını çiziyor.

Hirsutizm aynı zamanda, böbrek üstü bezi ve yumurtalık tümörlerinin bir belirtisi olabildiğinden çok önemli bir klinik bulgudur. Ve ayrıca memelerde küçülme, ses kalınlaşması, vücutta kas artışı ve erkeksi davranış varlığının da araştırılması gerekiyor. Hirsutizmin tanı ve tedavisi bir ekip işi. Bu ekipte mutlaka jinekolojik endokrinoloji alanında uzmanlaşmış bir kadın doğum uzmanı, bir endokrinoloji uzmanı ve bir dermatoloji uzmanı olması gerekiyor.  Aşırı tüylenmeye neden olan faktör, tüylenmenin derecesi ve tedaviye yanıt belirlendiğinde iyileşme tam anlamıyla mümkün oluyor. Tedavinin etkili olması için 6 aylık bir süreye ihtiyaç duyulur. Uygun ilaç tedavisi ile renksiz ve ince hale gelen kılların daha sonra mekanik olarak ya da lazer tedavisi ile temizliği mümkün. Epilasyon yöntemlerinin ise tedavi sonrasına bırakılması gerekiyor, böylece tedavinin başarılı olma şansı artıyor.

VÜCUDUMUZ HAKKINDAKİ TÜYLER HAKKINDA İLGİNÇ BİLGİLER 
•İnsan vücudunda tüylenme yalnızca el ve ayak tabanları ve dudaklarda oluşmaz.
•Vellüs adı verilen tüylerin büyük bir kısmı çıplak gözle görülmeyecek kadar renksiz ve küçüktür. Bunun da nedeni, tüyün melanin yani renk veren madde içermemesidir.
•Vücuttaki tüy sayısı, saçlardan 10 kat fazladır.
•Göğüs, omuz, sırt, koltuk altı ve genital bölgede daha güçlü çıkarlar. Bunlara terminal adı verilir. •Yetişkin bir kişinin kafa derisinde beyaz ırkta 100 bin, sarı ırkta 140 bin, esmer ırkta 110 bin kıl kökü bulunur.
•Tüy kökleri hormonlar tarafından yönlendirilir.
•Çıkan tüyler dokunulmazsa kendiliğinden dökülür.
•Bulundukları bölgeye göre farklı hızda uzarlar. Saçlar hızlı, kollarımızdaki daha yavaş uzar.
•Kıl kökleri aynı zamanda üretim yapmaz. Bir kısmı aktifken bir kısmı pasif olur. Böylece hepsi birden aynı anda çıkmaz ya da çıkanlar dökülmez.