‘Dünya üzerinde en sık görülen ve iş gücü kaybına neden olan hastalıkların başında gelen kulak burun boğaz hastalıkları, özellikle kış aylarında kapalı alanlarda geçirilen zamanın artmasıyla birlikte bulaşıcılık faktörü de söz konusu olduğu için daha fazla görülür. Hastalıktan en çok uzun süreli kapalı ortamlarda çalışanlar etkilenir. Bunların dışında bağışıklık sistemi yaşı nedeniyle zayıf/zayıflamış olan bebekler ve 65 yaş üstü kişiler, bağışıklık sistemini baskılayan kortizon veya kemoterapi gibi ilaç tedavisi görenler, şeker hastaları, alkol bağımlıları, kronik akciğer hastalıkları olanlar da risk grubundadır. Hastalığın yaygınlaşmasında sigara kullanımının da rolü büyüktür’ açıklamasında bulundu.
HAYATIMIZA GİREN KAVRAM: HASTA BİNA SENDROMU
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) farklı dönemlerde yayınladığı raporlarda, günümüz insanlarının zamanının %90’ını kapalı mekanlarda, bu oranın %70’ini iş, geri kalanın %20’sini ise ev ortamlarında geçirdiğini belirtilmektedir. Zamanın büyük çoğunluğu iç mekanlarda geçirildiği için, bu ortamların hava kalitesi de en az dış ortam hava kalitesi kadar önemlidir. Özellikle kış aylarında, ısı yalıtımı ön planda olduğundan binalar yeterince havalandırılamaz ve iç ortamdaki kirletici konsantrasyonları sağlık için tehdit oluşturabilecek seviyelere ulaşır. Bina ile ilgili hastalıklar ve hasta bina sendromunun en önemli nedenleri ısı yalıtımının ön plana çıktığı binalardaki yetersiz havalandırma koşulları, kimyasal ve mikrobiyal kirliliktir. Hasta bina sendromu belirli bir iç ortamdayken ortaya çıkan ve o ortam terk edildikten sonra kaybolan ve binada yaşayan kişilerin çoğunluğunu etkileyen semptomlar dizisidir.
Yapılan çalışmalarda hasta bina sendromunda en sık gözlenen burun ve boğazı etkileyen (akıntı, tahriş, kızarıklık) semptomlar olup bunu sırasıyla konsantrasyon bozukluğu, gözlerde akıntı, kızarıklık, tahriş ve yorgunluk izler. Kişisel (yaş, cinsiyet, kişide var olan hastalıklar, meslek, sigara kullanımı, çocuklukta çevresel maruziyet), mikrobiyolojik (biyoaerosollar), kimyasal (CO2 konsantrasyonu, UOB), fiziksel (havalandırma sistemleri ve havalandırma oranı, evle ilgili faktörler, iç ortam sıcaklığı ve bağıl nem, duvardan duvara halı) ve psikolojik faktörlerin kombinasyonu hasta bina sendromu şikayetlerini artırır. Bu sendroma bağlı gözlenen semptomların önlenebilmesi için iç ortamda uygun iklimlendirme koşulları sağlanmalı ve bina içerisinde iç ortam kirleticilerinin emisyonları azaltılmalıdır.
KLİMAYI DOĞRU KULLANMAZSANIZ HASTA OLABİLİRSİNİZ
Kapalı ortamların havalandırmasının sağlanmasında önemli bir yardımcı olan klimalar, doğru kullanılmadığında ve bakımları düzenli olarak yapılmadığında hastalık kaynağına dönüşebilirler. Özellikle klimalı ortamlarda sigara içilmesi hastalıkların yayılmasında önemli bir etkendir. Sağlıklı çalışmayan klimalar, nezle, grip ve alerjik sorunların artmasına; beraberinde sinüslerin görevini yerine getiremeyerek ciddi göz ve baş ağrılarına neden olan sinüzit problemiyle karşılaşılmasına zemin hazırlar. Bu nedenle sağlığınıza dikkat ettiğiniz halde sık sık hastalanıyorsanız çalıştığınız ortamdaki şartları gözden geçirin.
KAPALI ORTAMLARDA SAĞLIĞINIZI KAYBETMEMEK İÇİN…
• Kullandığınız havalandırma sisteminin bakımını düzenli olarak yaptırın.
• Alerji riskini ortadan kaldıracak filtreler içeren havalandırma sistemleri kullanın.
• Nem dengesini koruyucu klimalar tercih edin.
• Bulunduğunuz alanları klima dışında da mümkün olduğunca pencere ve kapıları açarak havalandırın.
• Çalışma sırasında kullandığınız molaları mümkün olduğunca açık havada geçirmeye çalışın.
• Çalışma ortamında sigara içmeyin.
• Oda sıcaklığını ideal ölçü olan 21-26⁰C’de tutun. Gereğinden fazla ısıtma veya soğutma sağlık problemlerini beraberinde getirebilir.
• Burnunuzda deviasyon (eğrilik), polip, alerji gibi problemler varsa kontrol altına alınması için düzenli olarak kulak burun boğaz muayenenizi olun.
• Hastalıkların temel bulaşma nedeni olan hijyen problemi yaşamamak için ellerinizi sık sık yıkayın.
13 Mart 2019 Çarşamba
AŞIRI TERLEME TEDAVİ GEREKTİREN HASTALIK
"Enfeksiyonlar, endokrinolojik hastalıklar, nörolojik hastalıklar, kanser durumları, ilaç kullanımları gibi çeşitli faktörlerin yol açabileceği aşırı terleme sorunu, genetik geçiş özelliğine de sahiptir. Lokal aşırı terleme de sıklıkla aileseldir. Terleme ender de olsa nörolojik hastalıklar sonrasında gelişebilir"
TEDAVİ SEÇENEKLERİ İLE KONTROL ALTINA ALINABİLİR
Aşırı terleme, herhangi bir sağlık sorununa bağlı olarak ortaya çıkmışsa, altta yatan nedenin ve hastalığın tedavisinin sağlanması gerektiğine işaret etti. Ailesel kaynaklı ve buna eşlik eden başka hastalığın görülmediği durumlarda uygulanan tedavinin, topikal yani krem ve jel uygulamaları, iyontoforez, botoks ve cerrahi yöntemlerden oluştuğu"Lokal aşırı terlemelerde öncelikle krem-jel tedavilere başvurulur. Alüminyum tuzları içeren kremler, el ve ayak aşırı terlemelerinde, roll-onlar ise koltuk altında kullanılabilir. Bu seçenekler, uygulanan alanda nemlilik olması durumunda tahrişe yol açabileceğinden, kuru alana ve gece tercih edilmeleri önerilir. Sabah, uygulanan bölge yıkanmalıdır. Başlangıçta her gece uygulama yapılırken, tedaviye yanıt alındıktan sonra uygulama sıklığı kademeli olarak azaltılır" diye konuştu.
AĞRISIZ, ACISIZ İŞLEMLERLE ETKİLİ TEDAVİLER
İyontoforez tedavisinin el içi ve ayak tabanı aşırı terlemelerinde kullanılan etkinliği oldukça yüksek bir seçenek olduğunu kaydeden "Terleme olan bölge, çok hafif elektrik akımı verilen içi su dolu özel cihazlar içerisinde belirli sürelerde bekletilmektedir. İşlem sırasında hafif karıncalanma hissi ve kaşıntı olabilir. Tedavi sonrasında ise nadiren uygulama yapılan alanlarda kızarıklık, şişlik ve küçük su toplamaları meydana gelebilir. Tedavi öncelikle hastanede, sonrasında ise uygulamaya, ev tipi cihazlarla ev ortamında devam edilebilir. Gebelerde, kalp pili olanlarda ve ortopedik protezi olanlar bu seçeneğin tercih edilmeyeceği hasta grubudur."
ÇÖZÜM ODAKLI BOTOKS UYGULAMALARI
Botoks uygulamalarının özellikle koltuk altı ve avuç içi aşırı terlemesinde tercih edilebildiği "Oldukça etkili olan bu yöntemin 6 ay aralıklarla tekrarlanması gerekmektedir. Bu tedavilerin dışında cerrahi yöntemlere de başvurulabilir. Cerrahi yöntemlerin başarı oranları çok yüksektir ancak cerrahi sonrası tedavinin uygulandığı alanlar dışındaki bölgelerde ortaya çıkabilen terleme artışından dolayı diğer tedavilere yanıtsız ve şiddetli aşırı terlemesi olan kişilerde tercih edilmelidir"
TEDAVİ SEÇENEKLERİ İLE KONTROL ALTINA ALINABİLİR
Aşırı terleme, herhangi bir sağlık sorununa bağlı olarak ortaya çıkmışsa, altta yatan nedenin ve hastalığın tedavisinin sağlanması gerektiğine işaret etti. Ailesel kaynaklı ve buna eşlik eden başka hastalığın görülmediği durumlarda uygulanan tedavinin, topikal yani krem ve jel uygulamaları, iyontoforez, botoks ve cerrahi yöntemlerden oluştuğu"Lokal aşırı terlemelerde öncelikle krem-jel tedavilere başvurulur. Alüminyum tuzları içeren kremler, el ve ayak aşırı terlemelerinde, roll-onlar ise koltuk altında kullanılabilir. Bu seçenekler, uygulanan alanda nemlilik olması durumunda tahrişe yol açabileceğinden, kuru alana ve gece tercih edilmeleri önerilir. Sabah, uygulanan bölge yıkanmalıdır. Başlangıçta her gece uygulama yapılırken, tedaviye yanıt alındıktan sonra uygulama sıklığı kademeli olarak azaltılır" diye konuştu.
AĞRISIZ, ACISIZ İŞLEMLERLE ETKİLİ TEDAVİLER
İyontoforez tedavisinin el içi ve ayak tabanı aşırı terlemelerinde kullanılan etkinliği oldukça yüksek bir seçenek olduğunu kaydeden "Terleme olan bölge, çok hafif elektrik akımı verilen içi su dolu özel cihazlar içerisinde belirli sürelerde bekletilmektedir. İşlem sırasında hafif karıncalanma hissi ve kaşıntı olabilir. Tedavi sonrasında ise nadiren uygulama yapılan alanlarda kızarıklık, şişlik ve küçük su toplamaları meydana gelebilir. Tedavi öncelikle hastanede, sonrasında ise uygulamaya, ev tipi cihazlarla ev ortamında devam edilebilir. Gebelerde, kalp pili olanlarda ve ortopedik protezi olanlar bu seçeneğin tercih edilmeyeceği hasta grubudur."
ÇÖZÜM ODAKLI BOTOKS UYGULAMALARI
Botoks uygulamalarının özellikle koltuk altı ve avuç içi aşırı terlemesinde tercih edilebildiği "Oldukça etkili olan bu yöntemin 6 ay aralıklarla tekrarlanması gerekmektedir. Bu tedavilerin dışında cerrahi yöntemlere de başvurulabilir. Cerrahi yöntemlerin başarı oranları çok yüksektir ancak cerrahi sonrası tedavinin uygulandığı alanlar dışındaki bölgelerde ortaya çıkabilen terleme artışından dolayı diğer tedavilere yanıtsız ve şiddetli aşırı terlemesi olan kişilerde tercih edilmelidir"
VÜCUDUNUZ B12 EKSİKLİĞİNİZİN SİNYALLERİNİ VERİR
El ve ayaklarınız uyuşuyorsa: B12 eksikliği sinirlerinizi örten koruyucu katmanın gücünü azalttığı için elleriniz, ayaklarınız veya bacaklarınızda ‘iğne batırılıyormuş’ hissi yaşayabilirsiniz.
HER ZAMANKİNDEN DAHA ÇOK ÜŞÜMEYE BAŞLADIYSANIZ...
Vücudunuzda yeterince B12 vitamini olmazsa oksijen dağılımı yeterli olmadığı için el ve ayaklarınızda titreme ve üşüme görülebilir.
DEPRESYONA MEYİLLİYSENİZ...
B12 eksikliği, depresyon, kafa karışıklığı, bunama ve hafıza sorunlarına neden olabilir. B12 takviyeleri genellikle güvenlidir. Yetişkinler için günde 2,4 mikrogram B12 takviyesi yeterli olacaktır. İhtiyacınız olandan daha fazlasını alırsanız, vücudunuz fazla olanı idrarınızla atar. Yine de, yüksek dozlarda baş dönmesi, baş ağrısı, anksiyete, bulantı ve kusma gibi bazı yan etkiler görebilirsiniz.
KASLARINIZDA ZAYIFLIK HİSSEDİYORSANIZ...
Kaslarınız güçsüz olduğu için yorgun hissedebilirsiniz. Bu durumda B12 düzeyinize baktırarak hekiminizin yönlendirmesiyle hareket etmeniz daha doğru olacaktır.
DİLİNİZ PÜRÜZSÜZLEŞMEYE BAŞLADIYSA...
Dilinizde papilla denilen küçük şişlikler boşalmaya, diliniz giderek pürüzsüz ve parlak görünmeye başlar. B12 vitamini eksikliğinin yanı sıra geçirdiğiniz enfeksiyonlar veya kullandığınız ilaçlar da buna neden olabilir.
VEJETARYENSENİZ...
Sebze ve meyvelerde B12 yoktur. Dolayısıyla, herhangi bir hayvansal ürün yemeyen vejetaryenler, B12 takviyesi içeren ekmek, kraker ve tahılları tüketmelidir. Hem hamilelik hem de emzirme döneminde B12 takviyeleri hakkında doktorunuzla konuşun.
YAŞINIZ İLERLİYORSA...
Yaşlandıkça, vücudunuz B12'yi kolay ememeyebilir. Eğer tedavi edilmezseniz, düşük B12 seviyeleri anemi, sinir hasarı, huysuzluk ve diğer ciddi sorunlara neden olabilir. Bu yüzden belirtilerinize dikkat edin ve doktorunuz tavsiye ederse kan testi yaptırın.
OBEZİTE CERRAHİSİ GEÇİRDİYSENİZ...
Yaygın kilo verme operasyonlarından biri olan “gastrik bypass” ameliyatından sonra gıda mide ve ince bağırsak kısımlarını atlayarak sindirildiği için B12’nin emiliminin olduğu bölümde gerekli emilim gerçekleşmez. Hekiminiz bu süreçte B12 seviyenizi izleyerek ihtiyaç duyduğunuzda takviyeler önerebilir.
AĞIZ YARALARI OLUŞMAYA BAŞLADIYSA...
Düşük B12, anemi veya başka bir durumun belirtisi olabilir. Yaralar genellikle kendiliğinden geçer; ancak sirke, turunçgiller ve acı baharatları tahriş edici veya acı verici olduğu için tüketmekten kaçının.
SARI NOKTA HASTALIĞINA KARŞI ÖNLEM ALIN
Sarı nokta hastalığı olarak da adlandırılan makula dejenerasyonu, gözün iç kısmında bulunan makula bölgesinin zarar görmesi sonucu ortaya çıkar. Gözün makula kısmında bulunan görme hücreleri, aydınlık ortamda renkli ve keskin görmeyi organize eder. Ancak zamanla görme düzeyinde azalma, orta noktayı görememe, belirsiz görme, görmede kırılma gibi belirtiler ortaya çıkabilir. Cinsiyet farkı gözetmeyen bu hastalık, çoğunlukla 50-55 yaşlarından sonra kendini göstermeye başlar.
ÇİZGİLERDE KIRILMA, AZ YA DA BULANIK GÖRME HİSSEDİYORSANIZ DİKKAT!
Herhangi bir cisme bakarken merkezinde anormallik, çizgilerde kırılma, az ya da bulanık görme gibi belirtiler hissedildiğinde gözün tekini kapatarak bu gibi hastalıkları fark etmek mümkün olabiliyor. Bir gözden diğer göze sıçrayabilen makula dejenerasyonu, yaş ve kuru olmak üzere iki şekilde görülüyor. En sık görülme tipi ise kuru olandır. Kuru tip sarı nokta hastalığı oldukça yavaş ilerler ve 50’li yaş grubunda görülebilir. Yaş tipi sarı nokta hastalığı ise kalıcı görme kaybının en sık yaşandığı hastalıktır. Yaş denilmesinin nedeni ise kan damarlarında anormal büyümelerin ilerlemesi ve sıvı birikimi yaşanmasıdır. Kuru tip sarı nokta hastalığında özel vitamin tedavisi önerilirken, yaş tipte göz içi enjeksiyonları uygulanır.
SARI NOKTA HASTALIĞININ NEDENLERİ
Doğrudan güneş ışınlarına maruz kalma Vücutta yeterli miktarda A ve C vitamininin olmaması Hareketsiz yaşam ve fazla kilo Damar, tansiyon, yüksek kolesterol ve şeker hastalıklarının hasarları Yaşlandıkça zayıflayan retina duvarı Aile geçmişinde sarı nokta hastalığı bulunması.
GÖRME PROBLEMLERİNİ DİKKATE ALIN
Gözde makula dejenerasyonu görme kaybına yol açtığında, genellikle bir gözde başlamakta daha sonra ise diğer gözü etkilemektedir. Hastaların birçoğu, belirgin bir görme sorunu yaşanana kadar sarı nokta hastalığına sahip olduğunun farkına varamamaktadır. Dolayısıyla ilk başvuru şikayeti, görme düzeyinde azalma, düzensiz görme ve görmede kırılma şeklinde yaşanır. Bu belirtilere, başka retina hastalıklarında da rastlamak mümkündür. Özellikle görme azalması pek çok makula hastalığının ortak bulgusudur. Genellikle kırık görme (metamorfopsi) ve düz cisimlerin eğik görülmesi şeklinde tarif edilebilir.
0 ULTRAVİOLE KORUMALI GÜNEŞ GÖZLÜKLERİ KULLANILMALI
Kuru tip makula dejenerasyonu için henüz kesin bir tedavi mevcut olmamakla birlikte, hastalığın saptandığı kişilerde yaş tipe dönüşme riski olduğundan sıkı takip yapılmalıdır. Genetik faktörlerin de etkili bir rol oynadığı makula dejenerasyonunda, sigara ve ultraviole ışınları gibi faktörler de oldukça etkilidir. Makula dejeneresyonundan korunmak için erken yaşlardan itibaren 0 ultraviole korumalı güneş gözlükleri kullanılmalıdır.
SAĞLIKLI BESLENMEYE DİKKAT!
Makula dejenerasyonunun önüne geçebilecek kesin bir tedavi şekli bulunmasa da beslenme şekline dikkat ederek hastalık riskini azaltmak mümkün olabiliyor. Örneğin; yetersiz çinko içeren gıdalarla beslenen kişiler, sarı nokta hastalığıyla daha fazla karşılaşır. Vücudun çinko ihtiyacı ise et, balık, kabuklu deniz ürünleri, fasulye, nohut ve yulaf besinlerle karşılanabilir. Özellikle somon, sardalye ve ton balığı gibi Omega 3 yağ asitlerinden yana zengin balıklar, sarı nokta hastalığının oluşma riskini düşürürken, mevcut hastalığın ilerleyişini de yavaşlatır. Ayrıca karotenoid ve lutein bakımından zengin, yeşil yapraklı sebze tüketimine ağırlık verilmelidir. Yapılan araştırmalara göre ıspanak, karalahana ve brokoli gibi koyu yeşil yapraklı sebzelerle beslenen kişilerde de sarı nokta hastalığı daha az görülmüştür. Çünkü bu sebzelerin içeriğinde, bol miktarda lutein ve zeaxanthin isimli makulayı koruma özelliği taşıyan pigmentler bulunur. Bunların yanı sıra mısır, avokado, sarı biber, yumurta sarısı, portakal, şeftali ve hurma gibi gıdalar da lutein ve zeaxanthin içerir.
ÇİZGİLERDE KIRILMA, AZ YA DA BULANIK GÖRME HİSSEDİYORSANIZ DİKKAT!
Herhangi bir cisme bakarken merkezinde anormallik, çizgilerde kırılma, az ya da bulanık görme gibi belirtiler hissedildiğinde gözün tekini kapatarak bu gibi hastalıkları fark etmek mümkün olabiliyor. Bir gözden diğer göze sıçrayabilen makula dejenerasyonu, yaş ve kuru olmak üzere iki şekilde görülüyor. En sık görülme tipi ise kuru olandır. Kuru tip sarı nokta hastalığı oldukça yavaş ilerler ve 50’li yaş grubunda görülebilir. Yaş tipi sarı nokta hastalığı ise kalıcı görme kaybının en sık yaşandığı hastalıktır. Yaş denilmesinin nedeni ise kan damarlarında anormal büyümelerin ilerlemesi ve sıvı birikimi yaşanmasıdır. Kuru tip sarı nokta hastalığında özel vitamin tedavisi önerilirken, yaş tipte göz içi enjeksiyonları uygulanır.
SARI NOKTA HASTALIĞININ NEDENLERİ
Doğrudan güneş ışınlarına maruz kalma Vücutta yeterli miktarda A ve C vitamininin olmaması Hareketsiz yaşam ve fazla kilo Damar, tansiyon, yüksek kolesterol ve şeker hastalıklarının hasarları Yaşlandıkça zayıflayan retina duvarı Aile geçmişinde sarı nokta hastalığı bulunması.
GÖRME PROBLEMLERİNİ DİKKATE ALIN
Gözde makula dejenerasyonu görme kaybına yol açtığında, genellikle bir gözde başlamakta daha sonra ise diğer gözü etkilemektedir. Hastaların birçoğu, belirgin bir görme sorunu yaşanana kadar sarı nokta hastalığına sahip olduğunun farkına varamamaktadır. Dolayısıyla ilk başvuru şikayeti, görme düzeyinde azalma, düzensiz görme ve görmede kırılma şeklinde yaşanır. Bu belirtilere, başka retina hastalıklarında da rastlamak mümkündür. Özellikle görme azalması pek çok makula hastalığının ortak bulgusudur. Genellikle kırık görme (metamorfopsi) ve düz cisimlerin eğik görülmesi şeklinde tarif edilebilir.
0 ULTRAVİOLE KORUMALI GÜNEŞ GÖZLÜKLERİ KULLANILMALI
Kuru tip makula dejenerasyonu için henüz kesin bir tedavi mevcut olmamakla birlikte, hastalığın saptandığı kişilerde yaş tipe dönüşme riski olduğundan sıkı takip yapılmalıdır. Genetik faktörlerin de etkili bir rol oynadığı makula dejenerasyonunda, sigara ve ultraviole ışınları gibi faktörler de oldukça etkilidir. Makula dejeneresyonundan korunmak için erken yaşlardan itibaren 0 ultraviole korumalı güneş gözlükleri kullanılmalıdır.
SAĞLIKLI BESLENMEYE DİKKAT!
Makula dejenerasyonunun önüne geçebilecek kesin bir tedavi şekli bulunmasa da beslenme şekline dikkat ederek hastalık riskini azaltmak mümkün olabiliyor. Örneğin; yetersiz çinko içeren gıdalarla beslenen kişiler, sarı nokta hastalığıyla daha fazla karşılaşır. Vücudun çinko ihtiyacı ise et, balık, kabuklu deniz ürünleri, fasulye, nohut ve yulaf besinlerle karşılanabilir. Özellikle somon, sardalye ve ton balığı gibi Omega 3 yağ asitlerinden yana zengin balıklar, sarı nokta hastalığının oluşma riskini düşürürken, mevcut hastalığın ilerleyişini de yavaşlatır. Ayrıca karotenoid ve lutein bakımından zengin, yeşil yapraklı sebze tüketimine ağırlık verilmelidir. Yapılan araştırmalara göre ıspanak, karalahana ve brokoli gibi koyu yeşil yapraklı sebzelerle beslenen kişilerde de sarı nokta hastalığı daha az görülmüştür. Çünkü bu sebzelerin içeriğinde, bol miktarda lutein ve zeaxanthin isimli makulayı koruma özelliği taşıyan pigmentler bulunur. Bunların yanı sıra mısır, avokado, sarı biber, yumurta sarısı, portakal, şeftali ve hurma gibi gıdalar da lutein ve zeaxanthin içerir.
BU HASTALIKLAR KEMİK SAĞLIĞINI TEHDİT EDİYOR
Uzmanlar, ‘osteoporoz’ yani halk arasında bilinen adıyla kemik erimesinin temelinde genetik ve çevresel kaynaklı pek çok hastalığın olabileceği konusunda uyardı. Kemik erimesi, kadın ve erkeklerde farklı sıklıkta ve farklı nedenlerle ortaya çıkabiliyor. Kadınlar yaşamları boyunca, kemik kütlelerinin yüzde 30-40’ını kaybederken, erkekler ise yüzde 20-30’unu kaybediyorlar. Peki, kemik erimesi neden meydana geliyor?
30-40 YAŞLARINDA DAHA SIK GÖRÜLÜYOR
Kemik erimesi, kemiklerin içindeki yoğunluğun azalması veya kaybolması olarak tanımlanıyor. Hastalık, meydana gelme sebebine göre ikiye ayrılıyor. Birincil kemik erimelerinin temelinde bir hastalık yoktur. Menapoz ve yaşlılığa bağlı gerçekleşen kemik erimesi, bu türe örnek gösterilebilir. İkincil kemik erimesinde ise hormonal sorunlar, sindirim sistemi problemleri, beslenme, ilaçlar veya kanser gibi çeşitli etkenler belirleyici olabilmektedir” dedi.
SEBEPLERİ NELER?
“Hormonal sebepler içerisinde tiroit bezinin fazla çalışması, kalsiyum metabolizması üzerinde etkili olan paratiroit bezinin fazla çalışması, diyabet yani şeker hastalığı, doğuştan yumurtalıkların olmaması, cinsiyet hormonlarının yetersiz çalışması gibi sebepler yer alıyor. Sindirim sistemi problemleri içerisinde ise midenin bir kısmının alınması, kronik tıkayıcı sarılık, yetersiz ve dengesiz beslenme gibi sebepler bulunuyor. Kalsiyum ve D vitamininden fakir bir diyetle beslenmek, aşırı alkol, kahve ve sigara tüketimi gibi çevresel etmenler de kemik erimesine yol açmaktadır. Multiple Myelom (kemik iliği kanseri) ve lösemi (kan kanseri) gibi kanserler de ikincil osteoporoza neden olabilir.”
YÜRÜYÜŞ VE KOŞU KEMİK ERİMESİ RİSKİNİ AZALTIYOR
“Kemik üzerine yük bindirerek kemikleri kuvvetlendirmeyi amaçlayan egzersizler, kemik erimesi riskini azaltıyor. Yürüyüş, koşu ve merdiven çıkma gibi yük verici egzersizler yapılmalıdır. Haftada en az üç gün 30 dakika tempolu yürüyüş, kemik sağlığı için oldukça önemlidir. Fakat yüzme ve su içi egzersizlerin kemik yoğunluğunu artırıcı bir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü bu tür egzersizlerde kemik üzerine binen yük azalmaktadır” diye konuştu.
30-40 YAŞLARINDA DAHA SIK GÖRÜLÜYOR
Kemik erimesi, kemiklerin içindeki yoğunluğun azalması veya kaybolması olarak tanımlanıyor. Hastalık, meydana gelme sebebine göre ikiye ayrılıyor. Birincil kemik erimelerinin temelinde bir hastalık yoktur. Menapoz ve yaşlılığa bağlı gerçekleşen kemik erimesi, bu türe örnek gösterilebilir. İkincil kemik erimesinde ise hormonal sorunlar, sindirim sistemi problemleri, beslenme, ilaçlar veya kanser gibi çeşitli etkenler belirleyici olabilmektedir” dedi.
SEBEPLERİ NELER?
“Hormonal sebepler içerisinde tiroit bezinin fazla çalışması, kalsiyum metabolizması üzerinde etkili olan paratiroit bezinin fazla çalışması, diyabet yani şeker hastalığı, doğuştan yumurtalıkların olmaması, cinsiyet hormonlarının yetersiz çalışması gibi sebepler yer alıyor. Sindirim sistemi problemleri içerisinde ise midenin bir kısmının alınması, kronik tıkayıcı sarılık, yetersiz ve dengesiz beslenme gibi sebepler bulunuyor. Kalsiyum ve D vitamininden fakir bir diyetle beslenmek, aşırı alkol, kahve ve sigara tüketimi gibi çevresel etmenler de kemik erimesine yol açmaktadır. Multiple Myelom (kemik iliği kanseri) ve lösemi (kan kanseri) gibi kanserler de ikincil osteoporoza neden olabilir.”
YÜRÜYÜŞ VE KOŞU KEMİK ERİMESİ RİSKİNİ AZALTIYOR
“Kemik üzerine yük bindirerek kemikleri kuvvetlendirmeyi amaçlayan egzersizler, kemik erimesi riskini azaltıyor. Yürüyüş, koşu ve merdiven çıkma gibi yük verici egzersizler yapılmalıdır. Haftada en az üç gün 30 dakika tempolu yürüyüş, kemik sağlığı için oldukça önemlidir. Fakat yüzme ve su içi egzersizlerin kemik yoğunluğunu artırıcı bir etkisi bulunmamaktadır. Çünkü bu tür egzersizlerde kemik üzerine binen yük azalmaktadır” diye konuştu.
GÜL HASTALIĞININ BELİRTİLERİ NELERDİR? NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Cilt, vücudun dış dünyaya karşı bir sınırıdır, savunma kalkanıdır. Güneş ışınlarından çeşitli mikroorganizmalara kadar birçok dış etkene karşı en güçlü korumadır. Ancak bu dış etkenler zamanla deriyi yorar ve güçsüz bırakır. Güçsüz kalan deri ise hastalıklara karşı savunmasız kalır. Deri hastalıklarında başı çeken problemlerden biri de gül hastalığıdır.
GÜL HASTALIĞI (PİTYRİASİS ROSEA) NEDİR?
Pityriasis rosea ya da bilinen adıyla gül hastalığı her yaşta görülme ihtimaline karşın sıklıkla 10-35 yaşları arasında rastlanılan döküntülü bir deri hastalığıdır. Ciltte kızarıklık ile başlayarak kırmızı kabarık lekeler oluşması ile devam eder. Gül hastalığı en çok yüzde görülmektedir, bunun yanı sıra vücudun herhangi bir yerinde de çıkma ihtimali vardır. Gül hastalığı, yanaklardan başlayarak göz çevresi, alın ve burun da dahil olmak üzere birçok noktada oluşan ve sonra da kaybolan kızarıklıklarla kendini gösterir. Önlem alınmadığı takdirde kalıcı izlere ve kızarıklıklara sebep olur. Gül hastalığının sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte stresin, güneş ışığının, yanlış kullanılan kalitesiz kozmetik ürünlerinin sebep olduğu düşünülmektedir.
GÜL HASTALIĞI NEDEN ORTAYA ÇIKAR?
Pityriasis roseanın(gül hastalığının) nedeni tam olarak bilinmese de altında yatan sebep, herpes virüsünün belirli türleri gibi (HHV6 veya HHV7) bir virüs enfeksiyonu olabilir. Belirtileri nelerdir; Özellikle yüz, yanaklar, alın, çene, burun, boyun, sırt, göğüs bölgesi, kollar ve karın bölgesinde aşağıdaki belirtilere rastlanır;
• Ciltte kızarıklık
• Gözlerde kızarıklık
• Akıntı
• Kaşıntı
• Kulaklarda kızarıklık Gül hastalığı farklı alevlenme dönemlerine göre farklı klinik bulgular ile seyredebilir. İlk başlangıcı gelip geçici kızarıklıklar şeklinde ve daha sonra, yerleşmiş kızarıklıklar haline döner.
GÜL HASTALIĞININ TANISI NASIL KONULUR?
Döküntü birçok hastada farklı biçimlerde görüldüğünden bazı zamanlar tanı koymakta zorluk çekilebilir. Döküntünün sayısı ve boyutları kişiden kişiye değişir, bazı zamanlar döküntü vücudun farklı alanlarında görülebilir. Bazı ilaçlara karşı olan döküntülerde pityriasis rosea ya benzeyebilir. Bu durumda dermatoloji uzmanı tanı koymak için bazı kan testleri ister, gerekirse biyopsi yapar.
GÜL HASTALIĞI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Pityriasis rosea hastalığını çeşitli tedavi yöntemleriyle kontrol altına almak mümkündür. Hastalığın şiddetine göre doktorun uygulayacağı tedavi şekli değişmektedir. Antibiyotik içeren merhemler veya ağız yoluyla alınan ilaçlarla, gül hastalığına neden olan mikroorganizmalar ortadan kaldırılabilir. Tercihen Tetrasiklin grubu antibiyotikler kullanılmaktadır. Eğer hastalık, antibiyotik tedavisine cevap vermezse, izotretinoin denilen A vitamini türevleri kullanılabilir. Eğer dokuda bazı değişimler oluştuysa da cerrahi operasyon yardımıyla tıraşlama işlemleri yapılır.
GÜL HASTALIĞI OLANLAR İÇİN 5 ÖNERİ…
Gül hastalığından korunmanın en iyi yolu kızarıklığa sebep olan unsurlardan uzak durmaktır!
• Çay, kahve gibi sıcak içeceklerden, alkolden ve baharatlı yiyeceklerden uzak durun.
• Çilinizi güneşe karşı savunmasız bırakmayın. Güneş kremi sürmeden dışarı çıkmamaya özen gösterin.
• Çilinizi tahriş edecek kadar yüzü ovuşturmaktan ve masaj yapmaktan kaçının.
• Kalitesiz ve alkol içerikli kozmetik ürünleri çilinizde kullanmayın.
• Spor ve egzersizlerinizi serin ortamlarda yapın. Derinizin sıcağa maruz kalmasına izin vermeyin.
GÜL HASTALIĞI (PİTYRİASİS ROSEA) NEDİR?
Pityriasis rosea ya da bilinen adıyla gül hastalığı her yaşta görülme ihtimaline karşın sıklıkla 10-35 yaşları arasında rastlanılan döküntülü bir deri hastalığıdır. Ciltte kızarıklık ile başlayarak kırmızı kabarık lekeler oluşması ile devam eder. Gül hastalığı en çok yüzde görülmektedir, bunun yanı sıra vücudun herhangi bir yerinde de çıkma ihtimali vardır. Gül hastalığı, yanaklardan başlayarak göz çevresi, alın ve burun da dahil olmak üzere birçok noktada oluşan ve sonra da kaybolan kızarıklıklarla kendini gösterir. Önlem alınmadığı takdirde kalıcı izlere ve kızarıklıklara sebep olur. Gül hastalığının sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte stresin, güneş ışığının, yanlış kullanılan kalitesiz kozmetik ürünlerinin sebep olduğu düşünülmektedir.
GÜL HASTALIĞI NEDEN ORTAYA ÇIKAR?
Pityriasis roseanın(gül hastalığının) nedeni tam olarak bilinmese de altında yatan sebep, herpes virüsünün belirli türleri gibi (HHV6 veya HHV7) bir virüs enfeksiyonu olabilir. Belirtileri nelerdir; Özellikle yüz, yanaklar, alın, çene, burun, boyun, sırt, göğüs bölgesi, kollar ve karın bölgesinde aşağıdaki belirtilere rastlanır;
• Ciltte kızarıklık
• Gözlerde kızarıklık
• Akıntı
• Kaşıntı
• Kulaklarda kızarıklık Gül hastalığı farklı alevlenme dönemlerine göre farklı klinik bulgular ile seyredebilir. İlk başlangıcı gelip geçici kızarıklıklar şeklinde ve daha sonra, yerleşmiş kızarıklıklar haline döner.
GÜL HASTALIĞININ TANISI NASIL KONULUR?
Döküntü birçok hastada farklı biçimlerde görüldüğünden bazı zamanlar tanı koymakta zorluk çekilebilir. Döküntünün sayısı ve boyutları kişiden kişiye değişir, bazı zamanlar döküntü vücudun farklı alanlarında görülebilir. Bazı ilaçlara karşı olan döküntülerde pityriasis rosea ya benzeyebilir. Bu durumda dermatoloji uzmanı tanı koymak için bazı kan testleri ister, gerekirse biyopsi yapar.
GÜL HASTALIĞI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Pityriasis rosea hastalığını çeşitli tedavi yöntemleriyle kontrol altına almak mümkündür. Hastalığın şiddetine göre doktorun uygulayacağı tedavi şekli değişmektedir. Antibiyotik içeren merhemler veya ağız yoluyla alınan ilaçlarla, gül hastalığına neden olan mikroorganizmalar ortadan kaldırılabilir. Tercihen Tetrasiklin grubu antibiyotikler kullanılmaktadır. Eğer hastalık, antibiyotik tedavisine cevap vermezse, izotretinoin denilen A vitamini türevleri kullanılabilir. Eğer dokuda bazı değişimler oluştuysa da cerrahi operasyon yardımıyla tıraşlama işlemleri yapılır.
GÜL HASTALIĞI OLANLAR İÇİN 5 ÖNERİ…
Gül hastalığından korunmanın en iyi yolu kızarıklığa sebep olan unsurlardan uzak durmaktır!
• Çay, kahve gibi sıcak içeceklerden, alkolden ve baharatlı yiyeceklerden uzak durun.
• Çilinizi güneşe karşı savunmasız bırakmayın. Güneş kremi sürmeden dışarı çıkmamaya özen gösterin.
• Çilinizi tahriş edecek kadar yüzü ovuşturmaktan ve masaj yapmaktan kaçının.
• Kalitesiz ve alkol içerikli kozmetik ürünleri çilinizde kullanmayın.
• Spor ve egzersizlerinizi serin ortamlarda yapın. Derinizin sıcağa maruz kalmasına izin vermeyin.
YUMURTALIK KİSTLERİ HER ZAMAN TEDAVİ GEREKTİRMEZ
Yumurtalıklar, kadın üreme sisteminin bir parçası olarak, rahmin her iki yanına yerleşmiş oval şekilli iki küçük organdır. Her ay rutin bir döngü şeklinde, yumurtalıklardan bir veya ikisinde, birer yumurta hücresini içeren follikül, aktive olup büyüyerek yaklaşık 2 cm çapa ulaşır. Adet kanaması ile başlayan döngünün ortalama 14. gününde çatlayarak içeriğindeki yumurta hücresi tüplere doğru atılır. Sıklıkla genç erişkin kadınlarda saptanan yumurtalık kistleri de işte bu çatlama olayının gerçekleşmemesi sonucu ortaya çıkar.
YUMURTALIK KİSTİ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Fonksiyonel kist olarak tabir ettiğimiz bu durum, yumurtalık kistleri içerisinde en sık saptanan tiptir. Fonksiyonel (basit) kistler, ultrasonografik görüntülemede düzgün sınırlı içi sıvı dolu yapılar şeklinde saptanan, hızla gelişen ve hızla gerileyen, genellikle sessiz seyreden ve çoğu kez tesadüfen saptanan oluşumlardır. Bu tip kistler belirti verdiğinde sıklıkla; Ağrı Şişkinlik hissi Kanama düzensizlikleri şeklinde belirtiler görülür. Ağrı, kistin neden olduğu baskıya bağlı sürekli ve hafif-orta şiddette olabileceği gibi, kist patlaması ve kist içeriğinin karın içine boşalması sonucu ani başlayan çok şiddetli şekilde de olabilir. Bazen kist boyutlarının fazlaca büyümesine bağlı dolgunluk, hazımsızlık ve şişkinlik hissi gelişebilir. Veya kist yapısının neden olduğu hormonal değişkenliklere bağlı olarak ara kanama, azalmış- artmış kanama gibi adet düzensizlikleri gelişebilir.
YUMURTALIK KİSTLERİ EN ÇOK HANGİ DÖNEMDE GÖRÜLÜR?
Yumurtalık kistleri en sık aktif üreme çağındaki kadınlarda görülmekle birlikte bazen ergenlik öncesi çocuklarda veya menopoz sonrası kadınlarda da karşımıza çıkabilir. Bu nedenle yıllık rutin jinekolojik kontroller haricinde , yukarıdaki belirtilerden herhangi birine rastladığınızda jinekoloğunuz ile görüşmenizde fayda olacaktır.
YUMURTALIK KİSTİ TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?
Peki her yumurtalık kisti ameliyat anlamına gelir mi? Hayır. Yumurtalıklarınızda kistik bir yapı saptandığında hekiminiz öncelikle, yaşınız mevcut belirti ve bulgularınız, kistin ultrasonografik (ve gerekirse ileri görüntüleme yöntemleri ile) bulguları ve bazen de kan testleri ile bu yapının iyi huylu-kötü huylu olma olasılığı ile ilgili bir değerlendirme yapacaktır. Fonksiyonel kistlerin çok büyük kısmı 4 cm’i aşmayan yapılardır ve birkaç haftalık takiple kendiliğinden gerileme gösterecektir. Oysa muayene ve tetkik sonuçları kötü huylu olma olasılığı bulunduğunu gösteriyorsa, ani gelişmiş bir kist patlaması kanama bulgularına yol açmış ise, veya iyi huylu olmasına rağmen gebelik başarısını engelleyecek özellikler gösteriyorsa hekiminiz size operasyon önerebilir. Bu durumların haricinde çoğu yumurtalık kisti yalnızca takip ve bazen de ilaç tedavileri ile gerileme eğilimindedir.
YUMURTALIK KİSTİ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Fonksiyonel kist olarak tabir ettiğimiz bu durum, yumurtalık kistleri içerisinde en sık saptanan tiptir. Fonksiyonel (basit) kistler, ultrasonografik görüntülemede düzgün sınırlı içi sıvı dolu yapılar şeklinde saptanan, hızla gelişen ve hızla gerileyen, genellikle sessiz seyreden ve çoğu kez tesadüfen saptanan oluşumlardır. Bu tip kistler belirti verdiğinde sıklıkla; Ağrı Şişkinlik hissi Kanama düzensizlikleri şeklinde belirtiler görülür. Ağrı, kistin neden olduğu baskıya bağlı sürekli ve hafif-orta şiddette olabileceği gibi, kist patlaması ve kist içeriğinin karın içine boşalması sonucu ani başlayan çok şiddetli şekilde de olabilir. Bazen kist boyutlarının fazlaca büyümesine bağlı dolgunluk, hazımsızlık ve şişkinlik hissi gelişebilir. Veya kist yapısının neden olduğu hormonal değişkenliklere bağlı olarak ara kanama, azalmış- artmış kanama gibi adet düzensizlikleri gelişebilir.
YUMURTALIK KİSTLERİ EN ÇOK HANGİ DÖNEMDE GÖRÜLÜR?
Yumurtalık kistleri en sık aktif üreme çağındaki kadınlarda görülmekle birlikte bazen ergenlik öncesi çocuklarda veya menopoz sonrası kadınlarda da karşımıza çıkabilir. Bu nedenle yıllık rutin jinekolojik kontroller haricinde , yukarıdaki belirtilerden herhangi birine rastladığınızda jinekoloğunuz ile görüşmenizde fayda olacaktır.
YUMURTALIK KİSTİ TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?
Peki her yumurtalık kisti ameliyat anlamına gelir mi? Hayır. Yumurtalıklarınızda kistik bir yapı saptandığında hekiminiz öncelikle, yaşınız mevcut belirti ve bulgularınız, kistin ultrasonografik (ve gerekirse ileri görüntüleme yöntemleri ile) bulguları ve bazen de kan testleri ile bu yapının iyi huylu-kötü huylu olma olasılığı ile ilgili bir değerlendirme yapacaktır. Fonksiyonel kistlerin çok büyük kısmı 4 cm’i aşmayan yapılardır ve birkaç haftalık takiple kendiliğinden gerileme gösterecektir. Oysa muayene ve tetkik sonuçları kötü huylu olma olasılığı bulunduğunu gösteriyorsa, ani gelişmiş bir kist patlaması kanama bulgularına yol açmış ise, veya iyi huylu olmasına rağmen gebelik başarısını engelleyecek özellikler gösteriyorsa hekiminiz size operasyon önerebilir. Bu durumların haricinde çoğu yumurtalık kisti yalnızca takip ve bazen de ilaç tedavileri ile gerileme eğilimindedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)